Kalem Güzeli - Türk Hat Sanatı - www.kalemguzeli.org
Kalem Güzeli - Türk Hat Sanatý. www.kalemguzeli.org
 Kalem Güzeli - www.kalemguzeli.org - Türk Hat Sanatı - M.Uğur Derman

M.UÄŸur Derman

  • Gelenek ve Gelecek "M. UÄŸur Derman" - Dr. Süleyman Berk / Bölüm 2

  • Gelenek ve Gelecek

    S. Çevik: Hocam; Necmeddin Hoca, Mâcid Bey, Halim Efendi ve Hâmid Hoca῾yı tanıdığınız tarihleri hatırlıyor musunuz?
    U. Derman: Tabii hatırlıyorum. Necmeddin Hocayı 1955῾de tanıdığımı daha önce söyledim. Halim Hoca῾yı 1956῾da; Akademi῾nin 7 Temmuz῾da toplantısı vardı, bütün eski hocalar davet edilirdi. O gün Necmeddin Hocaya gitmiştim. "Ben şimdi Akademi῾ye gidiyorum, hadi seni de götüreyim" dedi, gittik. Halim Efendi῾yi, Rikkat Hanım῾ı, Muhsin Bey῾i, Emin Barın῾ı ilk olarak 1956῾da, hep o gün tanıdım. İbnülemin Mahmud Kemâl Bey de gelmişti oraya, tabii onu uzaktan gördüm. Fakat 1957῾de vefatından bir ay önce bu kıymetli zat ile de bir defa görüşmek nasip oldu.

    S. Çevik: Peki Hâmid Bey῾i ne zaman tanıdınız?
    U. Derman: Hâmid Bey῾i 1960῾ın Şubat῾ında, Mâcid Bey῾i 1956 Ağustos῾unda tanıdım. Bağdat῾dan yaz tatili için gelmişti. "Macidim gelmiş, git tanış." demişti Hoca. Kendisi böyle zevata beni hep yollardı, çok çekingendim, bu sayede biraz açıldım... Süheyl Ünver Hoca῾ya da Ocak 1957῾de yine Necmeddin Efendi tarafından gönderildim ve yakınlığımız hemen başladı.

    S. Berk: Savaş Bey῾in sorusuyla irtibatlı; hayatınızda önemli isimler Mahir İz, Necmeddin Okyay, Süheyl Ünver, Halim Özyazıcı, Mâcid Ayral, Fethi Gemuhluoğlu, Aydın Bolak başka var mı efendim?
    U. Derman: Ayverdi ailesi ve Rikkat Kunt῾la Muhsin Demironat, 1970῾li yıllarda Nihad Çetin var Tabii...

    S. Çevik: Akademi῾deki hocalardan müzehhiplerden Feyzullah Dayıgil...
    U. Derman: 1949῾dadır vefatı, ben yetişemedim. O müzehhip değil de, desen üstadı... Bugün klasik tezhibin yeniden ihyasında büyük rolü olan adam, onun ve ayrıca Necmeddin Hoca῾nın gayreti çoktur.

    M. Özçay: Yani tezhibin bugüne gelmesinde Feyzullah Dayıgil῾in rolü var…
    U. Derman: Kendisi tezhip yapamıyor, çünkü rahatsız, astım ve sedef hastalığı var, üstelik müteverrim yani veremli...

    S. Çevik: Fakat tezhibi biliyor değil mi?
    U. Derman: Tabii, hem de nasıl, ama yapacak hali yok, Rikkat Hanım῾ın ilk yıllarında öyle imzalı eserleri var "resemehu Feyzullah, zehebehu Rikkat.", deseni o çiziyor, tezhibi Rikkat Hanım işliyor.

    S. Çevik: Ama gençliğinde tezhip yapmış herhalde?
    U. Derman: Yok, hiçbir zaman yapamamış. Esasen bu işe çini desenleriyle girmiş.

    O. Özçay: Kemal Batanay῾la tanışıklığınız?
    U. Derman: Tabii, unuttum, 1956῾dan itibaren, Necmeddin Hoca῾ya gelişlerinde tanıdım; ama yakınlığım 1963῾de başladı. Ben Ömer Vasfi Efendi῾nin metrûkatını almak üzere Tophane῾deki evine gitmiştim. O da gelmişti, bundan sonra başladı yakınlaşmamız, hele hanımıyla ailece dostluğumuz oldu. Zevcesi Naîme Batanay, musikişinaslığının yanı sıra yemek pişirmeyi ve sunmayı sanat hâline getirmiş bir hanımefendiydi.

    O. Özçay: Batanay kimden meşk etmiş?
    U. Derman: Hulusi Efendi῾den meşk etmiş, ama Hulusi Efendi῾nin üslûbunu pek almış değildi. Ahlâken çok temiz bir insandı, yanında ufak bir gıybet yapılsa, orayı terk ederdi.

    O. Özçay: Tanbur mu çalıyordu?
    U. Derman: Evet, kadîm tarzda tanburî idi.

    S. Berk: Sizin musiki ile alâkanız nedir?
    U. Derman: Ben, musikide ÅŸuurlu bir dinleyici olmaya çalıştım. Çocukluktan itibaren Klasik Türk Musikisi῾ne, Mes῾ud Cemil῾in toplu tegannî programlarını radyodan dinleyerek ülfet peyda ettim. Rahmet olsun, icrâkâr olarak Münir Nureddin Selçuk῾un mevkii benim için emsalsizdir. Ä°lk konserine 1951 yılında gittim ve bu, 1970῾lere kadar devam etti, senede 4–5 defa... Ertesi günü en mühim imtihanım veya bir iÅŸim olsa düşünmem, yine giderdim. Konserler Saray Sineması῾nda olurdu, Ä°stiklâl Caddesi῾nde, AÄŸa Camii῾ne yakın... Eskiden, Niyazi Sayın῾la da uzun yıllar süren yakınlığım olmuÅŸtu.

    O. Özçay: Hocamız ince zevk sahibi olduğunu o sahada da göstermiş...
    S. Çevik: Hat sanatı dışında plastik sanatlarda resim, klasik mimarî bunlardan hangisine çok ilgi duyuyorsunuz?
    U. Derman: Her ikisine de... Lise῾de, Şeref Akdik resim hocamızdı. Burhan Toprak῾la arası iyi olmadığından bir liseye tayinini istemiş. O zamanlar Akademi de Maarife bağlı zaten, kendisini Haydarpaşa Lisesi῾ne vermişler. Bize hocalık ederdi, çok güzel günler geçirdik Benim Hikmet Onat, Feyhaman Duran ve Âyetullah Sümer῾le de muârefem çoktu. İlk ikisi hat sanatına meraklı idiler. Ayrıca, Üsküdarlı Hoca Ali Rıza Bey῾in şahsına ve resimlerine mahsus bir meclûbiyetim [tutkunluk] olduğunu da belirtmeliyim. Klasik mimarî hususunda da Ekrem Hakkı Bey῾in yakınında bulunmak insana neler kazandımsa, ben de herhalde onları istiap haddime göre almışımdır.

    O. Özçay: Şeref Akdik῾in hattatlığı da var değil mi?
    U. Derman: 1956῾da Akademi῾deki toplantıya Hoca ile gittiğimde Şeref Bey῾e tesadüf ettim, beni hemen hatırladı. "Necmeddin Hoca῾dan talik yazıyorum." dedim, meğer o da Avrupa῾ya gitmezden evvel, Hulusi Efendi῾den yazmış. "Aman devam et, lâkin tezhiple uğraşma." dedi; hat ile tezhibin birlikte layıkıyla yürümeyeceğini ima etti.

    S. Berk: 1955 yılında yazıya, hatta başladığınızı söylediniz, sonra 1961῾de hat sanatıyla ilgili yazınız Hattat Mâcid Bey῾in vefatıyla Yeni İstiklal῾de yayımlandı. Bu sahaya kaymanız nasıl oldu?
    U. Derman: Ben Necmeddin Hoca῾ya devamlı soruyorum, öğreniyorum onları not ediyorum. Doğrusu bir şey yazmayı düşünmemiştim. Sadece 1957 Eczacı Yıllığı῾nda bu mesleğe dair bir yazım çıkmıştı.

    S. Berk: Bir de on yaşındayken bir yazınız yayımlanmış...
    U. Derman: Evet, minik bir hikâye, Bilmece Mecmuası῾nda yayımlanmıştı, sene 1945. 1961 Mart ayında Mâcid Bey vefat etti. Süheyl Hoca: "Niçin Mâcid Bey için bir yazı yazmıyorsun? Bu kadar yakından tanıdığın bir zat hakkında yazmalısın." dedi. Gazetenin sahibi, Şevket Eygi eski arkadaşım. Süheyl Bey῾in ihtarı vesile oldu, yazdım. Bunun üzerine Süheyl Hoca "50 Sanat Sever" adıyla neşrettiği hattatlar serisini artık benim yürütmemi istedi. Mâcid Beyle alakalı olarak yazdığım yazı hakikaten içim yanarak kaleme alınmıştır. Onu okuduktan sonra Süheyl Hoca῾ya üniversitenin dahilindeki ağaçlı yolda tesadüf ettim. Daha karşıdan görünce kollarını açıp geldi. "Kardeşim, öyle bir yazı yazmışsın ki, acaba benim için de yazar mısın diye ölesim geldi!" diyerek beni takbîl eyledi. Ondan sonra, 50 Sanat Sever Serisi῾nden Sami Efendi, Nazif Bey, Hacı Arifler (Çarşambalı ve Bakkal), Mustafa Halim, Ömer Vasfi ve Neyzen Emin efendileri çıkardım, öylece kaldı.

    M. Özçay: İlk ciddî araştırmalarınız bunlar oldu öyleyse?
    U. Derman: Evet öyle tabii, Necmeddin Hoca῾ya okunmuş ve tashih edilmiş kısa yazılar...

    M. Özçay: 50 Sanat Sever Serisi῾nin o dönemde yapılan neşriyat içerisinde hatla ilgili yerini tayin etmemiz gerekirse?
    U. Derman: Öyle aman aman bir şey değil, çünkü 1000 adet basılıyordu.

    M. Özçay: Diğer yayın organlarında da hatta dair mutlaka bir şeyler yayımlanıyordu...
    U. Derman: 1960῾lı yılların başında hatla ilgili neşriyat hemen hemen bitmişti.

    M. Özçay: 50 Sanat Sever Serisi῾nden sonra ne geldi?
    U. Derman: 50 Sanat Sever Serisi her sene bir adet çıkmak üzere 1966῾ya kadar geldi bitti. 1967῾de, rahmetli İhsan Babalı İslâm Düşüncesi ismiyle çıkardığı mecmuaya yazmamı isteyince, "Yazacağım ama hazırlanayım öyle." dedim. Üç ay emek verip "Eski Mürekkebciliğimiz" makalesini yazdım, arkadan otuz iki sahife "Kalem", sonra "Kağıda Dair‴ geldi. Halim hoca için orada tekrar yazdım. Sonra da "Yazı Nasıl Yazılır?" diye bir konuya başladım, mecmua kapandı. Arkadan Hayat, Hayat Tarih ve İlgi dergilerinde makalelerim ve Türk Ansiklopedisi῾nde maddelerim neşredilmeye başlandı. Bütün bunları, kimseden "makaslamadan" uzun emeklerle hazırlıyordum.

    M. Özçay: Kalem Güzeli ne zaman başladı?
    U. Derman: 1970῾de Ankara῾ya gitmiştim. Ajans-Türk῾te baskı levhalar neşredilmek üzereydi, onların arkasına izahlarını yazıyordum, işte o günlerde, rahmetli Halim Baki Kunter: "Sizinle Diyanet῾e gidelim, orada Mahmud Yazır῾ın bir eseri var, basmak hususunda tereddüt geçiriyorlar, bakıp kanaatinizi belirtir misiniz?" dedi. Yazır῾ın İnsan ve Yazı diye basılmamış bir eserini duymuştum ama Kalem Güzeli῾ni duymamıştım. Gittik, önüme çıkardıkları bu yazma eseri bir iki saat dîdeledim. Kendisinin vefatından hemen sonra ailesinden buraya alınmış, İsmail Hakkı Baltacıoğlu῾na verilmiş. O da kitapta kendi görüşlerinin tenkit edildiğini görünce: "Bu kitap basılmaz." diye rapor vermiş. Bense, kitabın basılmasının çok yerinde olacağını söyledim. Sekiz ay sonra adıma mektup geldi: "Kitabı sizin yayına hazırlamanızı istiyoruz." diye... Ben talip olmadan geldi, çok uğraştırdı ama sebeb-i feyzim oldu, desem yeridir. Saim Yeprem o zaman Yayın Müdürü idi...

    M. Özçay: Ben bir şeyi zikretmek istiyorum. Yeni nesil meraklılar üzerinde bu kitabın çok önemli bir yeri var. Bizler hat sanatını o kitap vesilesiyle tanıdık. Tabii o kitap, çok seviyeli bir kitap, hat numuneleri konulmuş; Sami, Halim, Şevki῾den örnekler... Ben şimdi dün gibi hatırlıyorum, onları gördüğüm zaman çarpılmıştım. Tabii sizin bu kitapta dipnotu yorumlarınız da var, onlar da bizde ciddî tesirler bıraktı. O bakımdan hat sanatının yeni dönemde neşv-u nema bulmasında, daha üst seviyede anlaşılmasında bu neşriyatın çok büyük yeri oldu. Ben böyle inanıyorum, bilmem arkadaşlarımız ne der? Şahsen size teşekkür ediyorum...

    U. Derman: Ben de Cenâb-ı Hakk῾a şükrediyorum, vesile kıldığı için. Kalem Güzeli, o büyük emek yanında malzeme noktasından son derece fakir hazırlanmış bir kitaptı. Çünkü merhumun otuz beş lira maaşla daha iyisini toplamasına imkân yok. Hat örneklerini gazetelerden kesmiş, onları koymuş. Mustafa Ağabey῾in (Düzgünman) fotoğraf arşivinden bir kısmı, nereden eline geçtiyse, onlardan örnekler vermiş. Bazılarını kendisi yazmış, ağabeyi Elmalılı Hamdi Efendi῾den numuneler almış, bunun dışında yazı yok. Üstelik yazı tanımlamasında bazı noksanlıklar da vardı. Bütün o nesil gibi aklâm-ı sitteyi tam bilmiyor. Aklâm-ı sitte zaten bütünüyle üç asırdır unutulmuş.

    S. Çevik: Peki reyhanî bilinir miydi?
    U. Derman: Muhakkak῾a, reyhanî sülüs deniyordu. Şeyhin murakkaasını 1965῾de Topkapı Sarayı῾nda tetkik ettikten sonra, ben aklâm-ı sitteyi ayırt edebilmeye başlamıştım. Necmeddin Hoca῾ya sorduğumda: "Oğlum, bizim için sülüs-nesihtir geçerli olan, öbürleri unutulmuş gitmiş." derdi, bilen yok. Kâmil Efendi bile bilmiyor, Hutût-ı Mütenevvia levhasındaki hatalarını Kalem Güzeli῾nin I.cildinde düzeltmek mecburiyetinde kaldım. Halim Efendi bana reyhanî diye rıka῾yı gösteriyor. Bir kıtasındaki muhakkak Besmeleyi reyhanî sülüs diye tanıtıyor. 1968῾de Necmeddin Hoca ile Hayat Mecmuası῾nda mülakat yaptım, orta sahifede de Besmele῾sini neşrettim. Resim altına celî muhakkak olarak nev῾ini ilk defa belirttim. Ertesi günü Emin Barın῾la karşılaştık, bana: "Yahu, bunca yıllık reyhanî sülüsü muhakkak diye nereden çıkardın?" dedi. Ben de "Topkapı Sarayı῾ndaki Şeyhin murakkaasından." dedim, cevap veremedi.

    O. Özçay: Sizin Emin Barın῾la böyle tartışmalarınız olurdu herhalde?
    U. Derman: "Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan çıkar." (Hakikat şimşeği, fikirlerin çarpışmasıyla parlar) demişler! Yani sizin nesil, aklâm-ı sitteyi ayırt etmekte benim çektiklerimi çekmedi, hazır buldu!

    A. Toy: Şeyh murakkaası neşredildi mi?
    U. Derman: Muhiddin Serin῾in Şeyh Hamdullah ve fakirin İslâm Kültür Mirasında Hat Sanatı kitaplarında kısmen çıktı. Vaktiyle İsmail Hakkı Baykal merhum da Güzel Sanatlar Mecmuası῾nda yazı cinslerini birbirine karıştırarak neşretmişti.

    M. Özçay: Bir hususa temas edelim, biz, hat sanatının nazariyatıyla ilgili eskilerde bir şey görmüyoruz, daha çok tarihçe-i hayatları var. Bu konuda ne dersiniz?
    U. Derman: Evet yok... Sâdece Tuhfe-i Hattâtîn῾in satır aralarında kırıntılar vardır.

    M. Özçay: Bir Mahmud Yazır, bu işin nazariyesini yapmış...
    U. Derman: Bu çapta ilk odur, başkası yok...

    M. Özçay: Diyelim ki bir istif, bunun sırları nedir, onu güzel yapan unsurlar nedir, yani bunun estetik temelleri nedir?
    U. Derman: Eli bu manada kalem tutsa, senin dediğini en güzel Mustafa Rakım yazabilirdi. Yazır, muhakkak diye bir yazıyı kendi kalemiyle tarif etmiş, bunu eserine koymuş, yazdığı sülüs yahu! Kendini zorlamış. Kâmil Efendi῾ninkine bakmış, ben bunların hepsini ayıkladım. Üç ciltte belki yirmi-otuz parçayı onun koyduklarından aldım, gerisi tamamen yenilendi ve zenginleştirildi.

    O. Özçay: Sadece üç cilt değil herhalde?
    U. Derman: Var, ancak ben artık uğraşamıyorum. Gerisi müsvedde halinde, aslında altı ciltlik ama o kadar çıkar mı bilemem... İki yıl evvel arkadaşlar evimize geldiğinde böyle bir bahis geçti.

    M. Özçay: Biz onu tekrarlamış olalım hocam...
    U. Derman: Talib῾in de adı geçti o zaman, ona zaman ayırabilir mi bilmem?

    O. Özçay: Çünkü bunların hakikaten bizim ve bizden sonraki nesil bakımından neşredilmesinin mutlaka faydaları var. Belki müsvedde hataları dolayısıyla tereddütleriniz vardı, "Bir kişi yapamaz." demiştiniz.
    U. Derman: Yeni harflere çevrilsin, zaten şekil verilecek, ben önceki tebyiz edilmiş kısımlara da şekil verdim. Aynen onun yazdığı gibi kalmadı. Yine uğraşırım o işle, ama bu safhasında uğraşamam. Modern tabirle "latinize edilmesine" karışamam. Esasen ilk üç cildin de yeniden basılması lâzım. Mevcudu kalmadığından, Diyanet Teşkilatı ilgilenmediği için habire korsan baskısı yapılıyor.

    O. Özçay: Devamının muhtevası nedir Hocam?
    U. Derman: Uğur DermanGidiyor, sonunda hüsn-i hattı hüsn-i ahlâka, tasavvufa kadar bağlıyor.

    M. Özçay: Hocam, bir başka konuya geçelim, Osmanlı Hat Sanatı῾na yeniden şöyle bir baktığımızda en mühim isimler ve hususlar nelerdir, lütfeder misiniz?
    U. Derman: Şimdi Osmanlı Hat Sanatına bakmak çok güç bir iş. Çünkü biz muayyen isimlerle düşüp kalkıyor, hemhal oluyoruz. Bunu lâyıkıyla söyleyebilmek için Topkapı Sarayı῾na, Üniversite Kütüphanesi῾ne girip en az beş sene çalışmak lâzım. Ne ismi duyulmadık fevkalâde kuvvetli hattatlar gelmiş geçmiş. Ama nedense onların şöhreti yok.

    M. Özçay: Onlar için belli bir dönem söz konusu olacak mı?
    U. Derman: Şeyhten sonraki her birinin bilinmesi lâzım, Hafız Osman nasıl bir merhale, ondan sonra nasıl yükseliyor? Matbaacılık yayıldıktan sonra eskisi kadar mebzûlen yazılmıyor Tabii. O zaman iş nasıl daha da arınmaya gidiyor.

    M. Özçay: Artık tam sanat ağırlıklı oluyor yazı...
    U. Derman: Hat, eskiden bir noktada matbaanın yerini almaktaydı. Her ne kadar, matbaanın işini gören kâtibler, nessâhlar mevcutsa da, Kur῾ân-ı Kerîm yazıldığı zaman özeniliyor, bu Kitâbullah her şeyden evvel geliyor. Matbaacılık yayıldıktan sonra artık iş safiyete bürünüyor, daha ziyade sanat eseri verilmeye çalışılıyor. Zaten XVIII. yüzyıl dahil, hüsn-i hattın kemâle erdiği asırlar için XIX ve XX. yüzyıl diyoruz.

    M. Özçay: Burada matbaanın tesiri vardır değil mi?
    U. Derman: Şüphesiz...

    A. Toy: Zaten matbaa girmemiş olsaydı hat bitmişti. Bir de bu Topkapı Sarayı῾ndaki yazılarla ilgili, üniversitelerin hat bölümlerindeki talebeyi yönlendirebiliyor musunuz? Girmek zor mu?
    U. Derman: Zor, zor ama oraya girecek talebe de gelmiyor. Şimdi hepiniz biliyorsunuz ki, üniversitelerin hat bölümlerinden hiç kimse yetişmiyor. Eskiden de böyle, düşünürseniz Medresetü῾l-Hattatîn gibi müesseseden bir Halim Efendi, bir de Mâcid Bey çıkmış lâyıkıyla. Gerisi sıradan kimseler. Hüsn-i hat, daima hususi olarak hocadan öğrenile gelmiş.

    A. Toy: Belki teknik olarak yetişmiyor ama hattı tanımak için...
    U. Derman: Tamam, onun için de bir temel lâzım. Biliyor musunuz, ben 1985῾den beri üniversitelerde verdiğim dersleri her yıl hafifleterek gidiyorum... Konuyu anlamıyorlar...

    A. Toy: Biliyorsunuz aklâm-ı sitte var, daha sonra dîvânî yazı, mağribî yazı, İran῾da şikeste yazı var, bunların tabii siz birçok örneklerini gördünüz, hakiki örneklerini gördünüz. Yazıları nasıl görüyorsunuz, kendi aralarında bunları nasıl etkiliyor? Biraz evvel bir yazardan bahsettiniz, vav῾ları badem gözüne benzetmiş, etkilendiğiniz bu eserleri neye benzetiyorsunuz?
    U. Derman: Hattın insanı tesiri altına alması zamanımıza yaklaştıkça artıyor. Şeyh Hamdullah, vaktinin en güzel hattatı ama devrini kapatmış gitmiş. Hafız Osman gelmiş, herkeste hâlâ onun tesiri gözüküyor. Arkadan bir Rakım gelmiş, ama eskilerden Ali Sûfi῾yi unutamam. Bâb-ı Hümâyun῾un yazısı şaşırtır beni, sanki o yazıyı Ali Sûfi değil de, Râkım῾ın ruhu üç asır önce gelip yazmış, olacak şey değil.

    M. Özçay: Karahisâri için ne diyeceksiniz?
    S. Berk: Özellikle terkib kabiliyeti hocam?
    U. Derman: Ona ne şüphe! Şeyhte de o yok, bakın Bayezid῾deki yazılarında, terkib diye bir şey görünmüyor...

    M. Özçay: Celî sülüsün en büyük ustaları kimler?
    U. Derman: Tabii, Râkım῾la başlıyor bu iş, öncekileri bir kenara bırakırsak... Daha eski yazılardan Üsküdar Gülnûş Emetullah açık türbesi kuşağı vardır, celî sülüs Âyetü῾l-Kürsî... Çırçırlı Ali Efendi o yazılara bayılırmış. Bursalı Hezârfen Mehmed Efendi῾nin, kendisi Hafız Osman῾ın talebesidir. Necmeddin Hoca da "Hârikadır evlâdım" derdi. Ama camiin cümle kapısı üzerinde bulunan yazı o kadar güzel değildir. O da Mehmed Efendi῾nin... Hafız Osman῾ın celî sülüsü, siz de gördünüz, bir şeye benzemez. Celî sülüs yazısı Râkım῾la başlıyor, Allah için. Ama Hafız Osman sülüs hattını o mertebeye çıkarmasa, Rakım onun celîsini yazabilir miydi? Bu da bir hakikat! Râkım῾dan sonra ne Hâşim Efendi, ne Recâi Efendi onun kâbına varabilmiş, ama bir nesil sonraki Sami Efendi aynı üslûbu daha mükemmel, daha özenli yakalıyor, Rakım ilk ibdâkâr olduğu için o kadar teferruata inememiş.

    M. Özçay: Başka söyleyebileceğiniz?
    U. Derman: O devirde onlar var, Çarşambalı Arif Bey, nispeten erken ölmüş, o da daha yaşasaydı, belki Sami Efendi derecesinde eserler verecekti. Yaşadığı müddetçe aynı seviyede gidiyorlar. Ondaki zarafet Sami Efendi῾de de var. Bir de Hacı Nazif Bey çok mühim...

    M. Özçay: Peki onlardan sonra akla gelebilecek isimler?
    U. Derman: Benim için en büyük isim Halim Efendi, her sahada at oynatmış.

    S. Çevik: Hocam, İzzet Efendi῾yle Şefik Bey῾i ayrı mı tutacağız?
    U. Derman: Onlar aynı mektepten, fakat Şefik Bey, celideki kabiliyeti noktasından çok fark ediyor. Şayet Râkım῾ı yakalasaydı, Sami Efendi῾den evvelki bir merhale olurdu. Şefik Bey, süratte Halim gibi...

    M. Özçay: Peki hocam, Emin Efendi, Hâmid, İsmail Hakkı Bey; bunlar için ne dersiniz?
    U. Derman: Hakkı Bey, tam Sami Efendi yolunda olmamakla beraber, ona "istif dehâsı" diyeceğim, ressamlığı sayesinde çok güzel terkîbler yakalamış. Ömer Vasfi ve Emin Efendi kardeşler, İsmail Zühdi-Mustafa Rakım gibi birbirini tamamlayan iki kıymetli birader. Zamanın şartları, onları daha fazla eser sahibi etmemiş. Hâmid Bey, çok büyük bir kabiliyet, titiz bir sanatkâr, hele gençliği... Lâkin şunu belirteyim: Ne zaman ki Halim Efendi öldü, Hâmid Bey kendini kapıp koy verdi, çünkü tek kaldı. Bu işlerde rekabetin rolü büyüktür. Meselâ, Halim Efendi, benim vasıtamla sipariş edilen yazılara çok özenirdi, çünkü biliyor ki, Necmeddin Hoca onları görecek. Ertesi hafta gittiğimde: Gördü mü Hoca? Ne dedi? diye sorardı. "Bu Halim, yaman, yazıyı yenmiş adam! dedi." deyince, hazzından gevşerdi. Çünkü sanatkârın aradığı en büyük karşılık, takdir ve rekabet. Hâmid Bey 1965῾den sonra, ağır ağır inişe geçti, rakip yok karşısında, ne yazarsa gidiyor. Sonra bir de ihtiyarlık bindi omzuna...

    M. Özçay: Benim de itiraf etmem gerekiyor ki, bizim de öğrenme azmimiz şahsınıza beğendirme kaziyesine taalluk ediyordu. Zât-ı âlinize beğendirebiliyorsak, bu, bir şeyler öğrenmişiz anlamına geliyordu. O, bizim için çok sürükleyici olmuştur. Allah razı olsun.
    U. Derman: Cümlemizden... Son devir üstâdlarının en büyük talihsizliği, sanatlarındaki mükemmel devrin, harf inkılâbından sonraya tesadüf etmesi... Hâmid Bey 1928῾den sonra matbaacılıkla uğraşıyor, ona birkaç hami çıkmış; meselâ Topbaşlar, Akosmanlar... O devirde yazıyı, sanat endişesinden ziyade, gayret-i diniyye ile yazdırtmışlar.

    M. Özçay: Hâmid Bey῾in en güzel yazılan onlarda...
    U. Derman: Tabii. Musa Topbaş rahmetli anlardı yazıdan, zevkli bir zattı. Diğer Topbaşları bilmem ama Hâmid Bey o yıllarda bu sayede eser verdi. Halim Efendi῾nin öyle bir şansı da yok. Bağına kapanmış garibim... Benim tanıdığım yıllarda 30 liraya, 50 liraya yazı yazardı, isteyen yoktu.
    O. Özçay: Siz de belki çok az yazdırabildiniz?
    U. Derman: Ben Halim Hoca῾nın öleceğini hiç hatırıma getirmemişimdir. Çekirge gibi zıp zıp hareketli bir adamdı. Necmeddin Efendi῾nin daha yaşlı oluşu ve hastalıklarından dolayı, hakkında hep kötü haber alacağım diye endişe ederdim. Hoca merhum 1976῾ya kadar yaşadı, Halim ise 1964῾de vefat etti.

    S. Berk: Trafik kazası nasıl olmuş Hocam?
    U. Derman: Sur dışında Tepebağı denilen semtteki bağından çıkmış akşam karanlığında, yolu geçerken mi, geçmiş mi, bir kamyon çarpmış. Ben hastaneye gitmiştim, kafa travmasından mosmor olmuştu. Nefes alıyor, bakıyor, lâkin şuur yok; serumla on gün yaşatabildiler, öyle vefat etti.

    M. Özçay: Şefik Bey῾i celî sülüste nereye oturturuz?
    U. Derman: Uğur DermanŞefik Bey῾i kendi yolunda en üste oturturuz. Yani o Kadıasker yolunu takip etmiş ama Râkımâne edaları da çok. Çünkü Râkım῾dan tesir almamak mümkün değil. Kadıasker Mustafa İzzet Efendi, sonradan celîde Rakım yoluna dönmüş. Sultan Mecid devrinde herkes Mahmud Celâleddin῾in celî sülüs üslûbunda yazıyor, padişah onu seviyor diye... Sultan Mecid vefat ettikten sonra, Kadıasker, talebesi Muhsinzâde῾ye: "Abdullah Bey, Abdullah Bey! Gidilecek yol Rakım yoluymuş, biz bunu anlamakta niye gecikmişiz?" demiş. Gecikmesi, padişaha hulûs çakmak için, açıkçası bu...

    M. Özçay: Bir husus şefik Bey῾in yazılarında dikkat çekiyor, diğer hattatlarda görmediğimiz bir husus. Şefik Bey῾in hür istif, hür terkib dediğimiz çok başarılı denemeleri var. İşte meselâ "Hasbünallahü ve ni῾me῾l-vekil", "Aman mürüvvet", sizin neşrettiğiniz çiçek istifi, hakikaten başarılı denemeleri var. Böyle denemelerin mübdii Şefik Bey῾dir diyebilir miyiz? Serbest terkib mecrası...
    U. Derman: Galiba o konuda en eski örnekler Şefik Bey῾e ait.

    O.Özçay: Çok fazla da bir şey yapılmamış o konuda...
    M. Özçay: Meselâ bir "Hasbinallah" istifi mücessem bir şekil değil. Ne bir kuştur, ne bir sürahidir, ne bir çiçektir. Bunu şunun için soruyorum: Gerek bizim memleketimizde, gerek diğer ülkelerde bu tarz bir saha var, nasıl ki şiirde serbest vezin yolu açılmış; bu, hatta da var. Dolayısıyla bunu temellendirmek gerekirse bu konuda ilk ciddi denemeler Şefik Bey tarafından yapılmıştır diyebilir miyiz?
    U. Derman: Tabii tabii... Bildiğimize nazaran öyle, yani Şefik Bey öylesine bir adamdır ki kalıp yapmaya vakti yok. Hoca merhum anlatmıştı, Şefik Bey῾in bir levhası, is mürekkebiyle yazılmış; etrafı iğneli, ama kalıp değil! Hacı Nuri Bey῾le oturuyorken, Necmeddin Efendi levhayı göstererek: "Hangi kıymet bilmezin eline geçti de, bunun etrafını iğneledi acaba!" deyince, Nuri Bey: "Sus, sus! Şefik Bey, kendi yazısını beğendi mi, ῾elimde bir numunesi bulunsun.῾ diye, altına kâğıt koyar iğneler, yazıyı sipariş edene öyle verirdi." demiş.

    M. Özçay: Demek ki onlar, fotokopi, fotoğraf gibi bugünün imkânlarına sahip olsalardı, nasıl olurlardı kim bilir? Bir de Hocam, sülüs nesihten bahsedelim. Çünkü bunlar bizim için bir vesika olacak. Sülüs nesih için, daha ziyade nesihle ilgili büyük isimleri sırasıyla zikreder misiniz?
    U. Derman: Şimdi ilk merhale sülüs nesihte Şeyh῾e tabi olanları beğeniyoruz. Meselâ Derviş Ali῾nin sıradan yazdığı yazıları da, özenli yazıları da var. Çok tetkike değer, Sarayda var öyle murakkaaları. Ondan sonra Suyolcuzâde Mustafa῾l-Eyyûbi, onun da çok dikkatli yazıları var. Şimdi o devirde de demek ki hem alelade yazılmışı, hem de özenli olanı mevcut. Belki Sadrazam Köprülü istedi de ona yazdı veya Padişah için yazıldı. Hâfiz Osman῾ın da ne kadar çalakalem yazdıkları vardır. Bir de Saray῾da ne dakik murakkaaları vardır. Tashih etmiyor, etmiyor ama ağır ağır yazıyor, hakkı ile yazıyor. Onlarda tashih diye bir şey yok zaten. Celâleddin῾in çok güzel sülüs nesihleri, hele hele taklîden yazdığı veya özendikleri var. Tabii taklitte daha çok özeniliyor, aslına benzetmek için. Sonunda Kadıasker devri geliyor. İki yol da öyle, Şevki yolu ayrı, Kadıasker yolu ayrı... Kadıasker῾in bütün talebesinin nesihleri fevkalâdedir. Abdullah Zühdi῾yi düşünün, Muhsinzâde῾yi düşünün, kim varsa, hele hele nesihleriyle Hasan Rıza ve Kayışzâde Hafız Osman...

    S. Çevik: Hafız Osman῾dan sonra yol ikiye mi ayrılıyor? Biri Kadıasker yolu, biri Şevki yolu...
    U. Derman: Tabii, Tabii ikisi de Hafız Osman yolunda, ondan sebepleniyorlar. "Kadıasker῾de Mustafa Dede῾nin de tesiri vardır." diye Hoca merhum söylerdi. Benim onu ayırt edecek kadar ihatam yok!

    S. Berk: Arada İsmail Zühdi de var mı hocam?
    U. Derman: Aaa tabii unuttuk onu, en büyük isimlerdendir.

    O. Özçay: Ama günümüzde sülüs nesih çalışanlara üstâd olacak şahıs Şevki Efendi῾dir...
    U. Derman: Tabii onda karar kılındı. İşte demin anlattığımız şekilde, matbaacılıktan sonra artık işin sanatı yapılmış. Şevki de kitap yazmakta bunun evc-i bâlâsı [en üst derece]...

    O. Özçay: Yani sülüs harfleri gibi nesih harflerini yazmış, bir başkası yok şevki Efendi gibi...
    M. Özçay: Kesinlikle yok!..
    U. Derman: Yahya Hilmi ve Kâmil Efendileri de unutmayalım.

    S. Çevik: Sülüs ve nesih yazılarının tarihini incelersek, celî sülüse göre nesih hattı daha erken olgunlaşmış değil mi Hocam?
    U. Derman: Tabii, ince olduğu için. Kalınlaştıkça kalemi kullanmakta insanoğlu zorlanıyor. Ama bir meleke gelmiş eline, büyü bozulmuş Râkım῾la, sanki o zamana kadar gizli bir kuvvet mâni oluyor. Kimse beceremiyor, o da önceleri murabba (kareleme) usulüyle büyütüyor; sonra eline meleke gelmiş, alıyor eline celî kalemini, çatır çatır yazıyor. İşte Süleyman Berk bu konuyla uğraştı, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi῾ndeki kuşakları gördü.

    M. Özçay: Ta῾lik için konuşalım hocam!
    U. Derman: Ta῾lîk bizde esas Safevî Devri hattatı İmad῾dan sonra, hakkıyla yerli yerine oturuyor. Daha Fatih Devri῾nden itibaren Osmanlı῾da ta῾lîk yazılıyor ama fazla yaygın değil. Kıt῾a ta῾lîkı de hafif gidiyor, XVI. ve XVII. yüzyıl başlarında esas aklâm-ı sitteye kıymet verilmiş. Vakta ki önce İmad῾ın yazıları, sonra da talebesi Derviş Abdi İstanbul῾a geliyor öğretmek için, ondan sonra bizde İmad tarzı yayılıyor. Aynen onun gibi yazanlar bir asır kadar devam ediyor.

    M. Özçay: Büyük üstâdlar kimler?
    U. Derman: Meselâ Durmuşzâde, bu zat da Yesârizâde gibi serîü῾l-kalem... Mürekkebi kurumuyor yazarken, öylesine süratli... 1695῾den itibaren o kadar çok celî yazmış ki, lâkin o zaman imza atmak âdeti yaygın olmadığından lâyıkıyla ayırt edemiyoruz. Sonra Şeyhülislâm Veliyüddin Efendi ve Kâtibzâde Mehmed Refî Efendiler. Bunlara zaten İmâd-ı Rûm deniliyor, mükemmeliyetlerinden dolayı, ama o devirde onlar gibi yazan belki yirmi isim var. Fakat şöhret sahibi olamamışlar, murakkaalarda, kitaplarda duruyor onlar. 1700῾lü yıllar, bizde ta῾lîkın çok rağbet gördüğü bir devir.

    S. Çevik: Bu binlerce hattat arasından, temayüz etmiş isimler, Sultana ve Saray῾a yazdıklarından mı isimleri yükselmiş, yoksa yazısı daha kuvvetli olduğu için mi şöhret kazanmışlar da, diğerleri halk arasında kalmış? Hafız Osman devrinde aynı ayarda yazan fakat ismini bilmediğimiz hattatlar var mı?
    U. Derman: Hafız Osman devrinde diyemeyiz, çünkü o piramidin üst noktası. Ama ona yaklaÅŸan epey talebesi çıkıyor. Hepsi de güzel yazıyor, ona hiç şüphe yok. Ä°ÅŸte AÄŸakapılı Ä°smail Efendi, Hafız Osman kadar şöhretli deÄŸil ama Åžeyh῾e baÄŸlanan kendi yolunda fevkalade yazıyor. Bu, padiÅŸaha yakınlıktan doÄŸan bir hâl deÄŸil. DeÄŸerlendirmelerde, kilometre taşı olanların dışındakileri tanımıyoruz. Eskilerle kopukluÄŸumuzdan dolayı... Müstakimzâde, kendi devrinde hiç deÄŸilse 300–400 isim tespit etmiÅŸ, Tuhfe-i Hattatîn῾de hâl tercümelerini yazmış.

    S. Çevik: Yani meselâ biz 100 üzerinden 90 alanları tanıyoruz da 80–85 alanları tanımıyoruz diyebilir miyiz?
    U. Derman: İşte bunun için de, hepsini tetkik edip eserlerini ortaya çıkarmak lâzım. Zamanımızda neşredilenler bile büyük bahtiyarlık, çünkü evvelden o da yoktu. Ben şükrediyorum bu kadar hattat ismi duyabildiğimiz için.

    O. Özçay: Türk ta῾lîkı ile Iran ta῾Iîkıni nasıl mukayese ederiz?
    U. Derman: Türk ta῾lîkınin çanakları biraz daha yayvanlaşmış, yuvarlanışının hakkını vermiş, ama şunu rahatlıkla ispat edebiliriz ki: İmad῾ın yazılan içinde tıpkı Türklerin yaptıkları harflerden mevcut İmad῾da bir harf ötekini tutmuyor yazarken, elinden ne çıkarsa... Biz bunu nizâma sokmuşuz.

    M. Özçay: Standart yok...
    U. Derman: İmad çok süratle yazıyor, demir gibi eli var. Yesâri῾nin yaptığı kendi zevkine göre iyisini oradan seçebilmek. Zaten Hafız Osman da Şeyh῾ten öyle yapmış. Yoksa yenilik değil yaptığı, bir ihtira değil; elemeyi, arındırmayı çok güzel biliyorlar.

    O. Özçay: İnce ta῾lîk çok daha iyi İran῾da...
    U. Derman: Şimdi de öyle...

    O. Özçay: Peki İranlılar İmad῾ın yolunu devam ettiriyorlar mı?
    U. Derman: Hayır ettirmiyorlar, hurde῾de yine kısmen ondan izler var ama kalem büyüyünce bir felâket oluyor. Büyük derken, kıta ta῾lîkınde bile İmad nişanesi yok, celî derseniz evlere şenlik...

    M. Özçay: Yine o isimlere isterseniz devam edelim, ta῾lîkte...
    U. Derman: Yesâri῾den sonra bir kere oğlu kimse ile mukayese edilmez. Meselâ Arapzâde Sadullah da var ama o, hocası Yesâri῾ye benzer yazıyor. Yesârizâde, kendi zevkiyle, babasından seçip tam kaideleri ile celî ta῾lîkı ortaya çıkarmıştır. Ondan sonra Sami Efendi, Çarşambalı Arif ve Nazif Beyler, hep Yesârizâde yolunu takip etmişler...

    S. Çevik: Ali Haydar Bey, Yesâri῾ye mi dahil?..
    U. Derman: Hayır, Yesârizâde gibi, fakat biraz geride kalır. Yesarizade῾yi tam yakalayamamış, daha çok Kadıasker İzzet Efendi o yola yaklaşmış. Abdülfettah nedense bazı yazılarında bir İrânî yola girmiş. Meselâ Bursa Ulu Cami῾nin iki kapısı üstündeki levhaları öyledir. Tuhaf bir üsluptur. Celî sülüste Râkım῾ın, celî ta῾lîkte Yesârizâde῾nin en muvaffak sanat torunu olarak karşımıza Sami Efendi çıkıyor...

    M. Özçay: Sami Efendi ile Yesarizade῾yi kıyaslarsak, Sami Efendi celî sülüste yaptığını celî ta῾lîkte de yapmış mıdır?
    U. Derman: Yesârizâde çok mükemmele erişmiş, Sami Efendi῾nin ona ilâve ettiği, celî sülüsüne göre daha az.

    O. Özçay: Günümüz hat talebeleri için ta῾lîkte kim örnek alınmalı?
    M. Özçay: Meşk eden kimi örnek alacak?
    U. Derman: Sami, Hulusi ve Necmeddin efendiler örnek alınmalı...

    O. Özçay: Yesârizâde değil mi yani?
    U. Derman: Yesârizâde geride kaldığı için, daha yakınımızda daha güzel şeyler var...

    S. Çevik: Yani celî ta῾lîkte Sami Efendi, ta῾lîkte Hulusi ve Necmeddin efendiler...
    U. Derman: Evet, Sami Efendi meşk ta῾lîkını gençliğinde yazmış, sonra hiç uğraşmamış, celî ta῾lîkde çok güzel örnekleri var. Hatta şöyle bir farklılığı belirtmeliyim: Sami Efendi Hulusi Efendi῾ye meşk ettiği 1310῾lu yıllarda harf çanaklarını biraz iri; Necmeddin Efendi῾ye meşk ettiği 1320῾lerde ise daha küçük olarak yazıyor; bu sebeple iki talebesi arasında da şive farkı vardır. Halim Efendi de ta῾lîkı Hulusi Efendi῾den meşk ettiği için, onun ta῾lîk şivesi hocasına müşabihtir.

    M. Özçay: Yine çok önemli bir hususa cevap rica edeceğim: Osmanlılar, hat sanatı için belki de en büyük gayreti göstermişler. Bunun neticesinde bazı hat nevileri de ilâve etmişler, işte divanî, rık῾a, tuğra. Tuğra, Osmanlı῾nın en çok estetik gösterdiği form, hatta yazı nevi de diyebiliriz. Bunlar meselâ, celî dîvânî ne zamanlar icat edilmiş, oluşmuş, bir rık῾a ne zaman oluşmuş tarihlendirebilir miyiz ve bunlarla ilgili bir iki isim?
    U. Derman: Aklâm-ı Sitte῾den iki cins yazı eskiden resmî yazışmalarda kullanılırdı. Osmanlılarda da, başka yerlerde de... Meselâ Osmanlı῾nın ilk devrinden kalan berattı, fermandı o tarzdaki hünkârî emirlerde eğer metin kısa ise tevki, uzunsa rıka῾ yazısı kullanılırdı. Bu yazılar İran sahasına gittiği vakit, orada bir takım mahallî hususiyetler kazanmış ve ortaya bol kavisli bir başka türlü yazı çıkmış, bunun adı kadîm ta῾lîk.

    M. Özçay: Bu yazı tevkî῾ ve rıka῾dan mı neşet ediyor?
    U. Derman: Tabii, çok benzer tarafları da var.

    S. Çevik: Bu yazıyı Türk hattatları mı çıkarıyor?
    U. Derman: Hayır, hayır. İran sahasında yer alan İslâm devletlerindeki hattatların buluşu ve bu yazı orada resmî yazışmalara tahsis ediliyor. Çünkü resmî yazılar inşa denilen ağır ve secîli bir üslupla yazılıyor. Bunu yazanlara münşî deniliyor. Münşiler aynı zamanda kadîm ta῾lîk üstadı, ilmî eserleri de bununla yazmışlar. Fakat zor, satır sonları yukarıya yükseliyor, harf uçlan bol çanaklı; derken bu yazı üzerine çalışıla çalışıla, uzantılar falan koparılarak, sadeleşerek, ortaya nesta῾lîk, yani bizim ta῾lîk dediğimiz yazı ortaya çıkıyor. 1400῾lerden itibaren, o, kendi yolunda gidiyor. Sonra Fatih devrinde Osmanlı῾ya geliyor. Kadîm ta῾lîkın gelişi ise şöyle: Fatih, Otlukbeli Muharebesi῾nden sonra Akkoyunlu Sarayı῾ndaki bütün sanatkârları yanına getirtiyor. Bunlar arasında kadîm ta῾lîk yazan münşiler de var. Onlar bu yazıyı İstanbul῾a yayıyorlar. Yani 1470῾lerde olan hadise... Bu yazı bizde resmî maksatla hiç kullanılmıyor, fakat ondan ilham alınarak tevkil ve rıka῾dan asrın sonlarına doğru bir yazı ortaya çıkartılıyor ki, buna dîvânî adı veriliyor, çünkü hemen Dîvân-ı Hümâyun῾da kullanılmaya başlanıyor. Sür῾atle Bâyezid ve Kanuni devrinde gelişiyor, onun yanı sıra, hareke ve zemin işaretleriyle doldurulmuş olanı da celî dîvânî adını alıyor. Yani celî sülüsteki gibi iriliğinden dolayı değil, celinin diğer bir manası "aşikâr" demek, yazı o işaretlerle aşikâr kılındığı için bu adı alıyor. Yoksa çok kalın bir kalemle dîvânî yazılsa ona celî dîvânî diyemeyiz, kalın dîvânî deriz. Çok ince bir kalemle celî dîvânî yazılsa o da celî adını kaybetmez.

    M. Özçay: Celî divanî, divâniden sonra mı doğuyor?
    U. Derman: Tabii. Her ikisinin de satır sonlan kadîm ta῾lîk gibi yukarı doğru gidiyor. Bazıları "Osmanlının yükselişini göstermek için böyle yazılır." derler, ama yakıştırmadır. XIX. asırda diğer yazılarda başlayan estetik endişeler dîvânî ve celî dîvânîde de görülüyor, eskisinden çok daha fazla özeniliyor. Nâsıh Efendi ve hocası Mümtaz Efendi, bu ikisi çok emek veriyorlar. Hele Sami Efendi, dîvânî ve celî dîvânîye de en güzel şeklini kazandırıyor. Kâmil Efendi ve Hakkı Bey῾in elinde bu hâl sürüyor.

    M. Özçay: Rik῾a yazı...
    U. Derman: Eskiden herkesin kendisine göre, yani indî bir el yazısı var, kolay... Meselâ dîvânîden onun kırması çıkmış, bilhassa telhîs defterlerini yazmak için; şahsa verilen nüsha elbet özenli oluyor. Ama onun telhîsen deftere yazılanı kırma şeklinde, süratle yazılmış. Buna dîvânî kırması deniliyor. Zaman içinde değişip, sadeleşiyor ve rık῾a yazısı yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Ama rık῾ayı da kolaylaştırmak, daha doğrusu nizam vermek için Mümtaz Efendi Dîvân-ı Hümâyun῾da bir takım harf kısımlarını hazfederek daha kolaylaştırıyor işi. Bunun adı Babıâli Rık῾ası... Bu böyle giderken, bir de Mehmed İzzet Efendi çıkıyor, sanat endişesi ile yazıyor; yani rık῾a bu şekilde şubeleniyor! Ona da İzzet Efendi rık῾ası denilmiştir.

    M. Özçay: Bu soruyu sormamın sebeplerinden birisi şu idi: Bir dergide kendisinden bahsedilen Arap asıllı bir zat, verdiği konferansta "Osmanlılar hat sanatına bir şey ilâve etmemişlerdir." demiş. Halbuki en büyük hizmeti Osmanlı yapmış; bununla yetinmemiş, üç hat nev῾ini bu sanata ilâve etmiş, yani olgunlaştırmanın ötesinde. Bu durumda bu sözün hiçbir ehemmiyeti yok...
    U. Derman: "Kazara bir sapan taşı, bir altın kâseye değse, Ne taşın kıymeti artar, ne kıymetden düşer kâse!"

    O. Özçay: Şunu diyebilir miyiz, Osmanlı῾da hat sanatı son noktaya gelmiştir?
    U. Derman: Allah bilir, ben ne diyebilirim? Ama görünen o...1988 yılında Bağdat῾ta başıma geldi, "Hat Sanatında Türklerin Yeri" başlıklı bir tebliğ verdim, bazı Iraklılar rahatsız oldu. Dinleyenlerin çoğu memnun iken, benden sonra konuşacak olan: "Benim işim var, tebliğ uzadı, hemen kesin." dedi. Başkan üzülerek tebliğimi yarısında kestirmek mecburiyetinde kaldığını beyan etti.

    S. Çevik: Hat sanatına tarih içerisinde baktığımız zaman, bazı üsluplar, bazı temalar var, bunların alt kademeleri var. Acaba diyebilir miyiz, bundan sonraki zaman içerisinde yeni bir üslup doğma durumu olabilir mi?
    U. Derman: Âyet-i Kerîme var ya "Her bilenden daha iyi bilen vardır." mealinde... İş ki zuhurat olsun!

    M. Özçay: Ben bu soruya bir şey ilave edeceğim, yeni denemelere ne diyorsunuz hat sanatında?
    U. Derman: Yeni denemeler eğer esası bozmadan yapılıyorsa hiçbir şey demiyorum, tebrik ediyorum. Buna uymuyorsa rahatsızlık duyuyorum. Sevgili Ali Toy, sen uğraşıyorsun, yaptıkların içerisinde beğendiklerim var, lâkin rahatsızlık duyduklarım da var. O çelik çomak oyunlarına tahammül edemiyorum. Modern düşünceliler beğene dursun! Hani bir al renkli lâlen var, secde edesim geliyor önünde, o kadar hoşuma gidiyor, çünkü aynı zamanda Lafza-i Celâl

    D. Bektaş: Meselâ hatt-ı sünbülî onlardan mıdır?
    U. Derman: Tabii, tabii, alev yazısı falan...

    M. Özçay: Yine bu mealde, bizim klasik hatta, yazıda renk unsuru yok bildiğim kadar... Bunun hat sanatına girmesine ne dersiniz, hangi nazarla bakarsınız?
    U. Derman: Hat sanatı is mürekkebiyle ve altınla icra edilmiş, başka renge lüzum da görülmemiş, şaheserler yapılmış. Ara sıra al, mavi, yeşil, beyaz renklerin kullanılmışlığı var. Şimdi ben senin İran῾dan gelen renkli mürekkeplerle temrin tarzında yazdıklarından hiç rahatsız olmadım, aksine haz duydum. Meselâ Ali Toy῾un lâle biçimli yazısında renk ne kadar yakışıyor...

    M. Özçay: O zaman şöyle diyebilir miyiz: Bu yeni bir mecradır?
    U. Derman: Meselâ Hacı Kâmil Efendi, sülüsü kırmızı, alt kısımda nesih hattı siyahla kıtalar yazmış, hiç de aykırı durmamıştır.

    M. Özçay: Mustafa Kütâhi῾de de gördüm, öyle yazmış!
    O. Özçay: Hatt-ı icâzede kırmızı kullanılmış...
    U. Derman: Evet, olmayacak şey değil, öyle bir taassuba kapılmamak lâzım, renk hususunda...

    D. Bektaş: Harekeyi kırmızı koymuşlar...
    U. Derman: Olabilir, mesela secâvend işaretleri için Müstakimzâde yazıyor, secâvend kırmızı renkle konur biliyorsunuz, fakat Osmanlı hattatlarının ittikasına [sakınma, çekinme, Allah῾tan korkma] bakın ki, lâl mürekkebi kırmız böceğinden yapıldığı için, orada canına kıyılmış bir hayvandan yapılan mürekkebi kullanmıyor da, surh mürekkeb yani zencefreden yapılmış olanını kullanıyor. Bunu Tuhfe-i Hattatîn῾de okudum.

    S. Çevik: Hocam, sizleri meşgul ettik, kıymetli vakitlerinizi bize tahsis edip, çok kıymetli bilgiler verdiniz, hakkınızı helâl edin. Arkadaşlarım adına da çok teşekkür ediyorum.
    U. Derman: Estağfurullah... Siz de, beni dinlediğiniz için, hakkınızı helâl edin çocuklar...

     

    Kaynak: Dr. Süleyman Berk. İSMEK El Sanatları Dergisi, Sayı 2, 2006.
    Ä°nternet: http://ismek.ibb.gov.tr/ismek-el-sanatlari-kurslari/webedition/File/ekitap/el_sanatlari2/dergi2bl3.pdf

     

     

     

    Sonraki içerikSonraki içerik

    M.UÄŸur Derman menüsüne ait diger içerikler...

    1. Gelenek ve Gelecek "M. Uğur Derman" - Dr. Süleyman Berk / Bölüm 1
    2. Gelenek ve Gelecek "M. Uğur Derman" - Dr. Süleyman Berk / Bölüm 2

     

    
    Site Hakkında

    ARAMAARAMA
    Hat Eserleri Galerisi


    Hat Eserleri Galerisinden...

    İstiklal Marşı - Eseri büyük olarak görmek için tıklayınız

     
     
    
    Sayfa başına dön Bu sitede yer alan eserlerin tüm hakları sahiplerine aittir. Sahiplerinden izinsiz kopyalanamaz,
    çoğaltılamaz ve başka mecralarda yayınlanamaz. Tüm hakları Yayın sponsoru: OrtaklarWeb tasarım: Korelasyonsaklıdır.

    Kalem Güzeli - www.kalemguzeli.org 2008 - 2024