Güzel bir Eylül günü, Talip Mert, Savaş Çevik, Ali Toy, Mehmed Özçay, Osman Özçay, Davut Bektaş῾la beraber Hoca῾yı soru yağmuruna tuttuk; sabırla hepsine cevap verdi. Tarihe bir not bırakma gayesine matuf bu hasbihal bizim açımızdan çok keyifli geçti, size de keyif vereceğini ümit ediyoruz. Buyrun, şimdi musahabenin zevkini beraberce tadalım...
Dr. Süleyman Berk῾in, Prof. Uğur Derman Bey῾le yapmış olduğu sohbet mütevazı de olsa hat tarihimize düşülmüş değerli bir nottur. Bu sohbete bazı şahısların iştirak etmiş olmaları da sohbete ayrı bir lezzet katmıştır. Böylece hem sohbet tatlanmış, hem muhtevası zenginleşmiş hem de tam bir tarihî vesika mahiyetini kazanmıştır. Bu neviden faaliyetlerin devamını, belli aralıklarla tekrarını hat tarihi açısından çok faydalı bulmaktayım. Bir de bu faaliyetler yazıya dökülüyorsa o zaman daha da kıymetli ve ehemmiyetli olmaktadır. Bu şekilde hem bir kısım yanlış bilgiler tashih edilmekte, hem de hiç duyulmadık yeni bilgiler gün ışığına çıkmaktadır. Nitekim bu sohbete katılan zevatın tevcih ettikleri çok çeşitli suallere verilen cevaplar muhtaç olduğumuz birçok karanlık noktayı aydınlatmıştır.
Mustafa Uğur Derman Bey, daha muvafık ve makbul bir ifade ile kendileri bir İstanbul Efendisi, Üsküdar-ı meymenet-âsârın meymun ve mütevazı bir Beyefendi῾sidir. Taraf-ı ilâhiden kendisine bahşedilen bir hizmet sahasına intisapla büyük hem de çok büyük hizmetlere imza atmış zerrin kalem bir muharrirdir. Kaliteden, asalet ve nefasetten asla taviz vermeyen hakîm bir sanat mütehassısıdır. Bildiğini kimseden saklamayan, değerli arşivini meraklılara ikramdan zevk alan gönlü açık bir hocadır.
Bildiği doğruları her yerde ve herkese karşı anlatmaktan çekinmeyen, bildiklerini müdafaadan fütur etmeyen, yanlış ve hatalı bulduğu hususları tashih için bir Sami elifi gibi zarif neşterini rahat bir şekilde ve pek mütebahhirane [derya gibi engin] kullanabilen bir hekim-i hâzıktır [işinin ehli hekim]. "Âşık-ı sâdık menem, Mecnun῾un ancak adı var." sözlerine mazhar ve mâsadak olmuş bir araştırmacıdır. Çünkü Mecnun Leyla῾sını bulamadı ama Uğur Derman Beyefendi yüreğinde taşıdığı hakiki aşkla elifbâsını buldu. Mecnun hasret, hicran, firak... gibi duyguları insanlığa ölümsüz bir hissiyatla emanet etti ve böyle tarih oldu veya öyle farz edildi. Uğur Derman Beyefendi ise vuslatın doyumsuz zevkini hem kendisi tattı hem de bizlere, bizim gibi bu işe gönül vermiş şahıslara tattırdı. Bu işi yaparken de yeni neslin her şeyden habersiz, yaşayan eski neslin ise sindirilmiş olduğu garip bir zamanda yani müşterisiz meta῾ devirlerinde yaptı. Bu hizmeti yaparken lafı eğip bükmedi, rüşvet-i kelâma tenezzül ve tevessül etmeden dosdoğru yaptı. Bu sahada yazdığı kitap ve makaleler, verdiği konferanslar, sunduğu tebliğler, yaptığı küçük veya büyük çaplı sohbetlerle bu ülkede hat, tezhip, ebru gibi sanatların varlığını ispat ettiler. 25 sene öncesine, hicrî 1400 yılına kadar garip ve meçhul olan bu sanatlara bugün rağbet varsa bunun en büyük birkaç emektarından birisi kanaat-i âcizaneme göre birincisi Uğur Derman Beyefendi῾dir. Bu arada Uğur Bey῾in hocaları, onu bu işe teşvik eden Mahir İz, Necmeddin Okyay ve Süheyl Ünver῾i rahmetle anmadan geçmeyelim.
Hat tarihimiz hattat sayısı ve yazı kalitesi itibariyle yani tatbikî hat sanatı olarak oldukça zengindir ve verimlidir. Ama hat sanatının nazariyat kısmı ne yazık ki böyle parlak ve muhteşem değildir. Tatbikî olarak sanat icra etmiş, eser vermiş yüzlerce isim sayılabilir ama ‴bu eser sahihleri kimlerdir, ne zaman yaşamışlardır?‴ sualleri maalesef cevapsızdır. Bizde tarihçilik daha çok siyasî tarih yazmak şeklinde telakki edilmiş, çok az sayıda himmet erbabı dışında sanat tarihine hususi bir değer atfedilmemiştir ve bu saha çok zayıf ve bakir kalmıştır. Gerek hat sanatımız ve gerekse diğer sanat dallarımıza emek vermiş, alın teri göz nuru dökmüş, bir kısmı gerçekten efsane sayılacak zevat hakkında neler biliyoruz? İşte bu acı ve cevapsız suale verilebilecek cevap için ilk kaynak Uğur Derman Beyefendi῾dir. Eğer Uğur Bey size bir şeyler söyleyebiliyorsa o konudaki bilgiler bundan ibaret demektir. Yoksa yoktur.
Uğur Derman Beyefendi῾yi tarif ve tavsife bendenizin ne kalemi ne de kelâmı bundan fazlasına kadir değildir. Cenab-ı Hak῾tan kendilerine, değerli refikaları Prof. Dr. Çiçek Derman, hayru῾l-halef mahdumları Selim, Siret ve Ali Seha῾ya uzun ve bahtiyar ömürler dilerken, cici torunları Mina ile Sâmih Aydın῾ın da mürüvvetlerini görmesini en kalbî duygularımla temenni ederim.
Talip MERT
İstanbul῾da hat sanatına gönül vermiş arkadaşlar arasında, hat sanatının tanıtılmasına ve sevdirilmesine bir ömür vermiş olan Uğur Derman hocamızla hasbihâl etme fikri uzun zamandan beri mevcuttu. Yazı sanatının önemli üstadlarını tanımış, onlardan feyz almış biri olarak bize söyleyeceklerinin önemi büyüktü. Hocanın önemli bir yanı doğumundan kısa bir süre sonra İstanbul῾a gelişi, dolayısıyla has İstanbullu oluşudur. Henüz İstanbul῾un betona ve nüfusa boğulmadığı zamanlarını en iyi değerlendiren biri olması, bilgileri ilk ağızdan doğrudan alması bizi her zaman heyecanlandırmıştır. Zamanında Osmanlı bakiyesi insanlarla hemhal olması, onlarla yeni nesil arasında "köprü" olmasını sağlamıştır. Onlardan naklettiği bilgiler, belgeler, hatıralar ve yorumlar şüphesiz yeni neslin sanat zevkinin oluşmasında önemli rol oynamıştır. Özellikle, son elli yıldır gelenekli sanatların yeniden dirilmesi için gösterdiği çaba ve yayınlar her türlü takdirin üzerindedir. Ancak kendisini bu sohbete razı etmek ve söz almak kolay olmadı. Neticede üç aylık beklemeden sonra, sıcak bir Eylül günü yöneticisi bulunduğu Türkpetrol Vakfı῾nın Ortaköy῾deki merkezinde kendisini ziyaret ettik. Yıllarını verdiği ve bir sanat merkezi haline getirdiği Vakıf῾taki odasında Hoca"yı çembere aldık ve ardı ardına sorularımızı yönelttik. Mehmed Özçay da, hattı ile yarışan diğer maharetini göstererek enfes fotoğraflarıyla günümüzü âdeta sabitleştirdi.
Hat sanatı ve Türk kültürü üzerine geniş bilgisi, Hoca῾nın insanı cezbeden en önemli tarafı... Şüphesiz, müktesebatını herkesle cömertçe paylaşması da bizi hasbihâl hususunda cesaretlendirmiştir.
O gün Talip Mert, Savaş Çevik, Ali Toy, Mehmed Özçay, Osman Özçay, Davut Bektaş῾la beraber Hoca῾yı soru yağmuruna tuttuk; sabırla hepsine cevap verdi. Tarihe bir not bırakma gayesine matuf bu hasbihâl bizim açımızdan çok keyifli geçti, size de keyif vereceğini ümit ediyoruz. Buyrun, şimdi musahabenin zevkini beraberce tadalım... Burada bir teşekkür borcunu yerine getirmek isterim, bu uzun yazının redaksiyonunu sabırla yapan Türkpetrol Vakfı῾nda Necla Somalı Hanımefendi῾ye teşekkürlerimi sunarım.
M. Özçay: Hocam sizinle zannediyorum 1987 yılından beri tanışıyoruz; tarihî bir belge olması açısından, şimdiye kadar bu tarzda bir toplantımız olmadı, bunu kaydedelim dedik. Suallerimizin ve cevaplarınızın tespiti gerekir. Bizden ve sizden sonraki nesillere aktarılması için, sadırda olup da satıra geçmemiş çok birikiminizin olduğunu biliyoruz; zaman zaman gıyabınızda hayırla yâd ediyoruz. Allah size daha çok ömürler versin (-cümlemize-). Sizde bizi ilgilendiren o kadar çok bilgi var ki, bunları lâyıkı veçhile alamadık, ama hani sıkça naklettiğiniz bir beyit var "Ele geçmezse eğer sevdiğimiz, çâre ne, eldekini sevmeliyiz". Bu, şimdi öyle bir şey olacak.
S. Çevik: Hocam sizinle 1972–1973 yıllarında tanışmış olabiliriz. Sohbete baÅŸlarken iki soru geldi aklıma, ÅŸu an günümüzün en deÄŸerli hat otoritesi olarak sizi görmekteyiz haklı olarak. Hat sanatıyla tanışmanızın bir hatırası olmalı. Kısaca bunu anlatır mısınız?
U. Derman: Tabii, dilimin döndüğünce. Benim yazıya ilgim nasıl başladı, onu kendim de kestiremiyorum. Ama bu harfleri, yani hat sanatının oluşmasını sağlayan Arap asıllı harfleri ben onsekiz yaşından sonra öğrendim. Çocukluğumdaki herhangi bir dinî eğitim dolayısıyla öğrenmişliğim yok. Zaten o yıllarda böyle bir şey de mümkün değildi. 1947, 48 yahut 49 yıllarında olabilir, bazı mecmua ve gazetelerde, tahsisen Cumhuriyet Gazetesi῾nde, fikrî ve ciddî sanat yazıları çıkardı. Onlar arasında nadiren hatla ilgili bir makale olursa onu kesip, üstüne de tarihini yazıp sakladığımı hatırlarım. Şunu da söyleyeyim: On yaşlarında iken baba memleketi olan Bergama῾ya gitmiştik. Ben bir resmî binanın üstündeki eski harfli yazılan gördüğümde yadırgayarak: "Bunu burada niye tutuyorlar?" dediğimi de hatırlıyorum. Yanımdaki akrabamız: Tarihî bir mektep olduğu için, üstünde yazısı bırakılmış." dedi. Yani o zaman ben elifi görsem mertek zannedecek halde idim, liseyi bitirene kadar hat kültürünün fiilen dışındaydım. Haydarpaşa Lisesi῾nde okudum. Lisenin çok sevilen bir edebiyat muallimi vardı: Mahir İz. Mahir Bey benim sınıf hocam olmadı. Fakat tatbikatı 1949῾da başlayan dört yıllık lise tahsili gördüğümüz için, bazı yeniliklerle karşılaştık. Devrin Maarif Vekili merhum Tahsin Banguoğlu῾nun arzusuyla, talebeyi üniversite hayatına uydurmak için fakültatif, yani isteğe bağlı (ihtiyari) ders saatleri ihdas olunmuştu. Bütün Türkiye liselerinde kültür yanı ağır basan hocaların böyle serbest seminer saati yapmaları, isteyen talebenin de -aynı sınıf seviyesinde olmak kaydıyla- gidip o semineri takip etmesi mümkündü.
S. Çevik: Affedersiniz, ne zamanlar hocam?
U. Derman: Haydarpaşa Lisesi῾nden 1953 yılındaki mezuniyetime kadar... Bu mektepte maruf iki hoca vardı. Biri Mahir İz, diğeri ise Nihal Atsız. İkisinin de seminerlerine devam etmek istedim. Kendileri resmen hocam da değillerdi ama anlattıklarına hayran oluyordum. Bilhassa Mahir Bey... O yıllarda hiçbir lisede onun bir benzerinin bulunabileceğini düşünemiyorum. Çünkü Eski Türk Edebiyatı kadar Arap ve Fars edebiyatlarını da bildiği için onlardan da misaller verirdi.
M. Özçay: O kadar ihatalı yani...
U. Derman: Esasen, lise seviyesinde, hiçbir yerde böyle bir seminer yapılamaz, duysalar resmen mâni olunur, çünkü o devirde bir İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi῾nde Arap Edebiyatı ve Fars Edebiyatı bölümleri var, bir de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi῾nde... Zaten o zamanlar Türkiye῾de ancak iki üniversite mevcut. Yirmişer kişinin öğrenme imkânı bulunuyor, İlahiyat Fakültesi ise Ankara῾da 1949῾da, İmam-Hatip okulları da kurs şeklinde galiba aynı yıl açılmıştı. Yani bir lisede Arapça veya Farsça beyit okunabilmesi mümkün değil. Hoca῾nın naklettiği, meselâ, Ebûl-Alâ el-Maarri῾nin ismini daha 1950 yılında ben hafızama kaydetmişim, tabii Türkçe tercümelerini defterime yazıyorum. İran Edebiyatı῾ndan Şeyh Sadi῾yi, Hâfız῾ı, efendim, Bîdil῾i, benim duymama imkân olmayan zevatı işitiyorum; bu durum bende Şark Edebiyatı῾na bir muhabbet uyandırdı.
M. Özçay: Tabii bunlar hep Mahir iz Bey῾in derslerinde bahsettiği şeyler....
U. Derman: Derslerinde herhalde bahsetmezdi, ancak seminer saatlerinde... Nihal Bey῾in maneviyattan ziyade Türkçülük cephesi ağır basardı, zaten, 1952῾de Sultan Hamid hakkındaki müspet bir yazısından dolayı onun hocalığına son verdiler. Çünkü resmî tarih görüşü olarak, o zamanlar Sultan Hamid ‘Kızıl Sultan῾dı! Biz de Mahir Hoca῾ya yöneldik. Liseyi bitirdikten sonra da Mahir Bey῾den hiç kopmadım. Mezuniyet imtihanında mümeyyizdi, yanıma geldi ve "Temasımızı kaybetmeyelim." dedi, adresini verdi.
M. Özçay: Mümeyyiz tabirini kullandınız, kelime manasını biliyoruz ama ıstılâhî manası nedir?
U. Derman: Eskiden imtihanlara asıl hoca dışında katılan diğer jüri üyelerine verilen isimdi.
T. Mert: Ben yetiÅŸtim o devirlere.
U. Derman: 1953 senesi yaz aylarından itibaren, daveti üzerine Mahir Bey῾in evine gitmeye başladım. Liseyi bitirmiştim.
S. Çevik: O sene de ben doğdum.
M. Özçay: Evine gitmeye başladım dediniz. Hoca evinde toplantı yapar mıydı?
U. Derman: Yaz mevsiminde ablasının Kanlıca῾daki evinde kalırdı, 1954῾den itibaren orada toplantılar baÅŸladı. Mahmud Celâleddin Ökten (meÅŸhur Celâl Hoca), Kuleli Lisesi edebiyat muallimi Sıdkı Karababa; bazen de Ankara῾dan Prof. Necati Lugal῾in katıldığı bu ‘Salı Toplantıları῾ 1958῾e kadar sürdü. O ayrı bir fasıl... Ancak 1953῾den baÅŸlayarak ben Hoca῾nın çevresiyle tanışmaya baÅŸladım. Meselâ, Hafız Yusuf Cemil Ararat Bey... Åžair, Arap ve Fars edebiyatları mütehassısı. 1954 yılında, imlâ yanlışları çok, harfler kargacık burgacık olmakla beraber, mektup yazacak, hem de Mahir Bey῾e yazacak hâle gelmiÅŸtim. Hoca da bu hatalarımı dikkatle göstermeye baÅŸladı ki, aslını öğrenip bir daha tekrarlamayayım.
M. Özçay: Bütün bunlar gösteriyor ki, sizde tabii bir meyil var!
U. Derman: Ailemde hatla uÄŸraÅŸmış hiç kimse yok, evimizde kıymet taşıyan sadece bir yazının varlığını da sonradan fark ettim: MeÅŸhur Deli Osman῾ın, demek ki aileden geldi, sülüs-nesih bir kıt῾a. Benim hatla ayrıca bir alakam yok. Fakat Mahir hoca "Yazarak öğrenmeye baÅŸlamazsan boÅŸuna çaba sarf etmiÅŸ olursun." derdi. Ben de hattın imlâsına ağırlık verdim. Arapça-Farsça zeminim yok ki daha evvelden... Validemin imlâsı kuvvetliydi, sıkıştıkça ona sorardım evde. Evimizde bir Lugat-ı Cûdi vardı, imlâ için ona bakardım. Biz Ãœsküdar῾da oturuyoruz, ikametgâhımız, bugün Antikacılar Çarşısı῾nın bulunduÄŸu yerde, orada yan yana üç ahÅŸap ev... Civarımızda kitabeler çoktu, yazılarını okumaya baÅŸladım. Ãœstâd Necmeddin Okyay῾ın evi de bizim semtin yukarısında, Toygar Tepesi῾ndeymiÅŸ. Ä°ki ev ötemizde de bacanağı oturuyor, ona geliyor gidiyordu. Kendisini o sevimli çehresiyle görüyorum, fakat biz çekingen bir nesiliz, bir elini öpeyim istiyorum. Zaten o devirde yazı öğreneceÄŸim diye bir fikrim de henüz yok Ama kendisinin tavırları hoÅŸuma gidiyor. Yolda kitabeleri okumaya çalışırken, yavaÅŸ yavaÅŸ ‘Ben hat öğreneyim῾ demeye baÅŸladım. Necmeddin Hoca῾yı tanıyanlara söyledim. ‘Hasta, ders vermiyor῾ gibi mazeretler beyan ettiler. O günlerde Hazret῾in matbu bir levhası geçti elime:
"Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi."
Bir ilaç firması bastırmış, onu gördüm. Hevesimin arttığı 1955 yılında ise şöyle bir manzarayla karşılaştım: Beyoğlu, İstiklâl Caddesi῾nde Galatasaray Eczahanesi vardı, sahibi Cevad Akıska eski nesildendi. Az evvel bahsettiğim levhayı da o bastırmıştı. Kendisinin Oftalmin isimli bir göz müstahzarının bulunduğunu daha evvelden biliyordum. Cevad Bey, göz ilâcına reklam mahiyetinde Necmeddin Efendi῾ye içinde "göz" lafzı geçen bir beyiti celî ta῾lîk ile yazdırmış, Muhsin Demironat῾a da tezhip ettirmiş. Ben Muhsin Bey῾in kimliğini henüz bilmiyorum ama yazının altında Necmeddin imzasını okuyorum. Bu levha, 1955 yazında Galatasaray Eczahanesi῾nin vitrinine konulmuş, altına da Oftalmin῾ler yerleştirilmiş. Bütün vitrin buna ayrılmış.
"Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek"
Yavuz Sultan Selim῾e atfedilen bu beyit demek ister ki: "Arslanlar bile kahredici pençemde titreşirken, felek beni bir ceylan gözlünün karşısında âciz bıraktı". Müzehhip Muhsin Bey de bu ifadeye uyan bir halkârî tezyinat yapmış ki, hayran olmamak elde değil. Bizim tezyinatımızda pek rastlanmadığı halde, motiflerde âhû (ceylan) ve onu takip eden arslan zincirleme devam ediyor. Tabii ben bu bilgilere çok sonra vâkıf oldum, o zaman biliyor değilim. Hattın cinsini bile bilmiyorum. Şunu da ekleyeyim: Bu levha Cevad Bey῾in ölümünden sonra meşhur koleksiyoncu Hüseyin Kocabaş῾a, onun da vefatıyla Sadberk Hanım Müzesi῾ne intikal etti; orada görebilirsiniz. İşte bu levhanın tahrikiyle "Artık ben bu zâtı bulacağım.῾ dedim. Üstâd῾ın 1948῾e kadar imam ve hatip olarak vazifeli bulunduğu Üsküdar, Gülnûş Emetullah Yeni Valide Camii῾nin bir kayyımı vardı, Saim Efendi; bu zat aynı zamanda benim süt dayım; bize de gelir giderdi. Bir gün kendisini gördüğümde, nezaketi terk edip doğrudan: "Beni Necmeddin Efendi῾ye götüreceksiniz" diye icbar ettim, sonunda kabullendi. Çünkü Hoca 1947῾den sonra daimî özründen dolayı camiden ayrılmış. 1955 yılı Ekim başlarında bir sabah kalktık Necmeddin Hoca῾nın Toygar Tepesi῾ndeki geniş bahçeli evine gittik. Hoşbeşten sonra "Bu genç sizden yazı yazmak istiyor." dedi. Hoca merhum sordu: "Okumayı yazmayı bilir misiniz?" Cevaben: "Bir parça bilirim, efendim." dedim. "Siz ne yazmak istiyorsunuz?" dedi. Benim yazı cinsleri hakkında bir fikrim yok ki... "Eğer sülüs, nesih yazmak istiyorsanız sizi Akademi῾de Halim Efendi῾ye göndereyim. Bu yazıları da meşk etmiş olmakla beraber, benim ihtisasım ta῾lîkdedir" dedi. "Ben sizden yazmak istiyorum." dediğimi hatırlıyorum. Öyle deyince "Peki evladım, pazar sabahları gel öyleyse" dedi
O. Özçay: O zaman sizin yaşınız ve hocanın yaşı kaçtı?
U. Derman:Ben yirmi yaşındayım, hoca yetmiş iki yaşındaymış. 1955 yılı 23 Ekim῾inde yapılan nüfus sayımında ben de sayım memuruydum. İşim erken bitti. Zaten bir gün evvelden de aklıma koymuştum, yarın işim erken biterse hocaya giderim fikriyle "Şekerci Güzeli" diye tanınan Üsküdar῾ın meşhur şekercisinden bir badem ezmesi kutusu hazırlatmıştım. Sayım işim bitince bizim eve uğradım, "Ben hocaya gidiyorum." dedim, kutuyu yanıma aldım. Hoca, sokağa çıkma yasağı varken beni karşısında görünce çok şaşırdı, "Nasıl geldin evlâdım?" dedi. "Efendim sayım memuruydum, işim bitti geldim..." dedim. Yanımdaki badem ezmesini anlatışım bilhassadır, onu görür görmez "Evlâdım, sizi böyle şeyler getirmekten men ederim, çünkü o zaman derslerim hasbî olmaktan çıkar." dedi. Ha, demin söylemeyi unuttum, beni götüren süt dayım Saim Efendi, ilk gidişimizde patavatsız bir şekilde: "Hoca efendi, ders ücreti ne olacak?" demez mi? Hocanın o şen şatır gözleri yerinden uğradı: "Estağfurullah efendim, biz böyle öğrenmedik ki, böyle öğretelim, bunun sözü mü olur? Rica ederim böyle şeyden bahsetmeyin." diye celallendi birden, işte bu sebeple benim ağız tadı hediyem de Hoca῾nın nazarında makbul olmadı. Birkaç ay hiçbir şey götürmeden gittim. Yakınlığımız arttıkça, kendisine bir ilaç filan lâzım olduğunda götürürdüm. Artık bir baba-evlat olmaya başladıktan sonra, o da böyle şeylerin üstünde durmaz oldu. İşte Üstâd῾ın bu reddiyesini unutamam. Şimdi zaman zaman kulağıma geliyor -sizleri tenzih ederim- yazıyı parayla göstermek, bizim geleneğimizde yoktur; aman kaçının bundan! Feyziniz kesilir. Bu, yüzyıllardır böyle gelmiş, böyle gitmesi lâzım.
M. Özçay: Peki madem bu mevzuu açtınız, bazı müesseseler veya vakıflar var, bunlar oranın bu konuyla ilgili giderlerini karşılamak, biraz da talebeyi bağlamak maksadıyla cüz῾î de olsa ücret alıyorlar, buna ne dersiniz?
U. Derman: Onun su kaldıran bir tarafı var, çünkü alan şahıs değil!
M. Özçay: Belki bazıları cüz῾î de olsa dersi veren hocaya da bir şeyler veriyorlar, ama bu verilen rakamların hiçbir ehemmiyeti yok!
U. Derman: Bu da caizdir. Ehemmiyeti olmasa dahi caiz. Çünkü eski devirde de bir vakıf veya öğretim müessesesinde bu iÅŸle uÄŸraÅŸana aylık yahut yevmiye veriliyor. Tarihten misal, Åžeyh Hamdullah῾ın 30, Karahisari῾nin 15–16 akçe yevmiyesi olduÄŸu kaynaklarda kayıtlı... Åžeyh῾in, meÅŸkhânesine gelen çömezlerinden bir talebi olamaz, o meÅŸkâanenin vâkıfı olan kimse onu zaten vakfiyesine "Åžu kadar yevmiye hattata verilsin." diye yazmış. Buna hiçbir diyecek yok!
S. Çevik: Meşkhâneye gelen talebeden bir şey talep edilmiyor değil mi efendim?
U. Derman: O zaman yok, o zaten vakfın şartları arasında geçiyor. Eskiyle bugünü kıyas etmemek lâzım, bugün bir vakıf alıyorsa, bu, talebeyi devama icbar için oluyor. Kimsenin cebine girmiyor çünkü oraya gelen hocaya veriyorsa, o da caizdir.
M. Özçay: O da mesaisini tahsisle oraya geliyor, atölyesinde değil. Bunu böyle tefrik etmekte fayda mülâhaza ediyorum. Evet, ama bu kendi evinde yahut yazıhanede diyelim, nasıl biz hocalarımızdan öğrenirken para vermediysek, bizim de öğretirken almamamız gerekir.
U. Derman: Bu manevî bir sanat, hocayla talebe arasında para teatisi yok...
M. Özçay: "Sanatın zekâtı" diyoruz.
U. Derman: Tezhipte de yine hoca öğretirken herhangi bir para almıyor, lâkin talebe ustasına işlerde çıraklık etmekle karşılığını vermiş oluyor.
S. Berk: Gençliğinizde İstanbul gezileriniz var, bu gezilerin sizdeki intibaları nelerdir?
U. Derman: Benim İstanbul sevgimin artmasında o gezilerin rolü büyük olmuştur. Niçin olmuştur? Biz eskiden beri ailece mesirelere giderdik, meselâ Küçüksu῾ya yazın mısır yemeye... Oranın mısırı meşhurdu.
M. Özçay: Siz o lezzetleri tattınız, biz maalesef tadamadık...
U. Derman: Evet, Küçüksu῾ya tahsisen mısır yemeye gidilirdi. Bütün çayırda sayılamayacak kadar kazanlar kurulur, tanesi beş kuruş muydu neydi, bir mevsim boyunca Küçüksu῾da mısır kaynardı, kebap mısır pek yaygın değildi. Pazar günleri Sarıyer῾in üstünde Hünkâr, Çırçır, Beykoz῾un ilerisinde Karakulak gibi su kaynaklarına vapurdan sonra faytonla gidilir; Küçük Çamlıca, Tomruk gibi nispeten yakın yerlere ise tramvayla Kısıklı῾ya çıkılıp, ondan sonra yürünürdü. Küçük yaşımdan itibaren, Üsküdar῾daki Gülfem, Selmanağa gibi küçük camileri de biliyorum. Çünkü aile büyüklerimle Hacı Cemal Efendi῾nin, Demir Hâfız῾ın vaazlarına giderdik. "Selâtin" sınıfından Süleymaniye, Eyüp ve Hırka-i Şerif camilerine de küçüklüğümden başlayarak gitmişliğim var. Meselâ Sultanahmet Camii῾ni çocukluktan hatırlamam.
S. Berk: Dokuz yaşında iken Ayasofya῾yı ziyaret etmişsiniz.
U. Derman: Evet, dedem rahmetli ablamla beni Ayasofya῾ya götürdü. Müze adı verilebilecek en eski hatırladığım yer orası. 1944῾de gittik. 1934῾de müzeye döndürüldü, sonra herhalde tamamen kilise havasına girsin diye Ayasofya Camii῾nin levhalarını indirmişler ve oradan çıkarmaya kalkmışlar. Fakat 7,5 m. çapındaki bu dairevî yazılar çerçevelerine vaktiyle içeride çatıklığı için, yerde duvarlara dayanmıştı. Bize rehberlik eden yaşlı zat "Bunlar niye yerde duruyor?" diye sorduğumuzda, "Kapıdan çıkarılamadığı için." demişti, 1948῾e kadar böyle devam etmiş. Zamanın müze müdürü Muzaffer Ramazanoğlu῾na, İbnülemin Mahmud Kemal ve Ekrem Hakkı beyler bu konuda müracaat etmişler, cevaben demiş ki: "Benim için asılmasında mahzur yok, fakat bunları tamir ettirip asabilmem için tahsisat yok, eğer para bulursanız buyurun yaptırın..." Ekrem Hakkı Ayverdi῾yle, Nazif Çelebi maddî tarafını üstlenmişler. Ekrem Bey῾in murakabesinde tamir ettirilip 1949῾da yerine asılmış. Ben burayı yeniden 1952῾de ziyaret ettiğimde, şimdiki gibi yukarıda duruyordu.
S. Berk: Levhalar yerde iken ne taraftaydı hatırlıyor musunuz?
U. Derman: Sadece bir tarafta değildi, uygun görülen yerlere dayanmıştı.
S. Berk: Tekrar İstanbul gezilerine dönsek...
U. Derman: Hah, onu söyleyecekken yarıda kaldı. Demin anlattığım gezintilerimize eskiden tenezzüh veya teferrüç denilirdi. Şimdi bahsetmek istediğimin gayesi başka... 1952 baharında gazetelerde bir "İstanbul Gezileri" ilanı gördüm. Türkiye Turizm Kurumu isimli bir müessese vermiş ilanı, o zamanki reisi de Lütfi Kırdar, eski İstanbul Vali ve Belediye Reisi... Kırdar valilikten ayrılalı birkaç yıl olmuştu, Reisi bulunduğu kurum işte şimdi cumartesi günleri İstanbul῾da geziler başlatıyordu. Ama gezi deyince, bizim çocuklukta yaptığımız tenezzühler akla gelmesin. Kırdar῾ın resmî tarafı olmak dolayısıyla, hiçbir kapı ona kapalı değil. Ben gittim Turizm Kurumu῾nun Galatasaray῾daki bürosuna... Geziler ikide başlayacak, akşam beş-altıya kadar sürecek... Gidilecek yerler evvelden belli, iştiraki 2,5 lira. Gidiyorsunuz ve önceden makbuzunuzu alıyorsunuz. Karaköy῾den vasıtalara bindik, ben o sayede sur içinde kalan bütün büyük camilerin hepsini 1952 yılında ziyaret etmek, ziyaretin ötesinde, bu camiler ve sair abideler konusunda ehil kimselerin anlattıklarını duymak imkânını buldum.
S. Berk: Meselâ kimler anlatıyordu?
U. Derman: Hatırladıklarımdan, Dolmabahçe Sarayı῾nı Salih Fuad Keçeci, Beylerbeyi Sarayı῾nı Fahreddin Kiper, Süleymaniye Camii῾ni Mimar Sedat Çetintaş beyler anlatarak gezdirdi. Ben o zaman öğrendim ki, Süleymaniye῾de tam kubbenin altında cep saatinin tıkırtısı kubbede aks-i savt yapıyormuş. Sonradan tamir sırasında, duvarlardaki gizli küpler zedelendiği için buranın artık eski hassasiyeti kalmamış. Çetintaş, o zaman cep saatiyle bize tıkırtıyı dinlettiydi.
S. Berk: Türbeler?
U. Derman: Bütün türbeler kapalı, galiba ilk defa Eyüp Sultan Türbesi 1952῾de açılmıştı. Fatih, Ayasofya türbeleri kilit üstüne kilitli o zaman, hepsinin içine girebildik. Efendim iÅŸte Fatih tarafındaki cami ve türbeler, Mesih PaÅŸa, Bâli PaÅŸa, Ä°skender PaÅŸa gibi nispeten küçük, ne varsa mimarî kıymeti olan, hepsi bir program dahilinde görüldü. Ancak alelade mescitlere gitmedik. Programlarını da saklamıştım, ama sonra kayboldu. Ben Topkapı Sarayı῾nı 1951῾de lise talebesi olarak ilk defa şöyle bir gezmiÅŸtim. Ama 1952῾de, herkese kapalı olan Harem῾i bile gezdik. Sonra Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi ve Küçüksu Kasırları, bunları 1952–1953 bahar aylarında gezdik, yine 1952῾de Edirne ve Bursa῾ya gidildi, ben de bulundum. Bursa῾da, rehberliÄŸe Dr. Osman Åževki UludaÄŸ da katılmıştı.
S. Berk: Bursa dediniz de hocam, zannedersem Bursa῾ya ilk defa 1945῾de gitmişsiniz.
U. Derman: Üsküdar῾daki evde bir kiracımız vardı. O ailenin babası Bursa῾da komiserdi. Bizi ısrarla Bursa῾ya çağırdılar, kalktık gittik. Tophane sırtında, içinde avlusu olan bir eski ahşap Bursa evinde yedi gün oturduk. Benzerleri hiç kalmadı şimdi; o zaman evin akarsuyu filan yok, tulumba ile çekiliyor. O gidişimizde Komiser İbrahim Bey rahmetli sayesinde kapalı yerlere, Yeşil Türbe῾ye ve başka türbelere Osman ve Orhan gaziler, Hz. Üftâde... girmek imkânı oldu.
S. Berk: Ulucami῾yi hatırlıyor musunuz o zaman?
U. Derman: Tabii hatırlıyorum, içindeki havuz çok hoşuma gitmişti. Türkiye Turizm Kurumu῾yla 1952 yılındaki gidişimde daha dikkatli gezdim.
S. Berk: Elbet o zamanlar Bursa yeÅŸildi....
U. Derman: Hem de ne yeşili ilk seyahatten unutamadığım Bursa-Mudanya arası yirmi beş kilometrelik, dar raylı bir tren hattı vardı o zaman; bu tren kışın işlemez, yazın çalışırdı. Çünkü vagonların iki tarafı da açıktı ve o yirmi beş kilometreyi iki buçuk saatte alıyordu. Yolun kenarlarında sular akıyor, isteyen iniyor, suyunu içiyor, üç beş adımda trene yetişiyor. Nedense onu 1960῾da dumura uğrattılar, hâlbuki bu sevimli tren kalmalıydı.
S. Çevik: Necmeddin Hocaya pazar ziyaretlerinize dönelim ve oradan devam edelim.
U. Derman: Hocaya ben nüfus sayımı günü gidişimde, kâğıda bir satır elifba meşki yazdı ta῾lîk ile "Evladım, buna benzetmeye çalış, gel." dedi.
M. Özçay: Hocam İslâm eğitiminde gelenek Besmele ile başlamaktır. Benim hep kafama takılır, niye hat sanatında Besmele temriniyle başlanmamıştır?
U. Derman: Herhalde müfredata başlayana Besmele yazmak çok zor gelir ve kıvam bulması zaman alır, şeklinde düşünülmüş olmalı. Zaten, ta῾lîkde mürekkebâta başlarken Molla Câmi῾nin Besmele Kasidesi yazılıyor, ilk beyiti "Bismillahirrahmanirrahim, Â῾zam esmâ-i alîm ü hakîm." diye başlayıp gidiyor.
D. Bektaş: Bir de satırın başına küçük bir "Besmele" rumuzu zaten konuluyor.
U. Derman: Efendim, hocaya gitmeye başladım, ertesi hafta yapamadığım harfleri çıkardı altına...
S. Çevik: Peki mürekkebi nasıl temin ediyordunuz?
Uğur Derman: Mürekkebi, bir eski hokkaya döküp kendisi verdi, kalemi de açtı. Tabii ben kamış kalem açmayı bilmiyorum. Epey zaman da, ağzı bozuldukça hocama verdim, o kendisi açtı; zaten kalemtıraşım ve maktam da yoktu. O alta yazdığı "çıkartma" imiş meğerse... Ertesi hafta gidiyorum, başka bir harfi çıkartıyor. Birkaç hafta elif-ba ile gittik öyle. Çünkü o zaman elim kalem tutmasını dahi bilmiyor. Lâkin Hoca῾nın Toygar Tepesi῾ndeki eski evinin duvarları yazılarla dolu... Evde bulunduğumuz oda basık tavanlı, üst kat biraz daha yüksekti. Kendisi koleksiyonunu henüz Topkapı Sarayı῾na devretmemişti. Bakıyorum duvarlara, alâkadar oluyorum, iyi kötü heceliyorum. Tabii imzalara bakıyorum. "Ketebehu, resemehu, harrerehu" ilk öğrendiğim şeylerden oldu, soruyorum çünkü. Hoca῾nın Bekir Pekten, Numan Buharalı, Mesud Kacaralp adlarında üç talebesi geliyordu. Bekir Efendi, aynı zamanda Halim Hoca῾dan sülüs-nesih yazmaya gittiği için ondan haber getirir, meşk dışında zamanın çoğu lafla geçerdi. Mes῾ud Bey ise hakiki bir şairdi, o yıllarda bestelenmiş "Gece sahilden açıp sandalı enginlere biz", "Bülbül-i şeydâya döndüm, dehri görmez gözlerim." gibi latif güftelerin sahibi... Eski talebesi Ali Alparslan, henüz Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi῾nde vazifeliydi, o yoktu. Yıllarca ismini işitmekle kaldım. Ben yine duvardaki farklı yazıları tanımaya çalışıyorum. Meselâ Sami Efendi῾nin imzasını taşıyan "Huve῾s-semîu῾l-alîm" levhasını görüp Hoca῾ya sordum: "Bu nedir? Nasıl yapılır?". "Zerendud yazı, altınla yapılır." dedi. Çünkü diğerleri mürekkeple yazılmıştı, bu levha farklıydı.
M. Özçay: Yani hat sanatının sırlarına taalluk eden sorular soruyordunuz?
U. Derman: İşte bu şekilde soruyordum. Hoca da kısaca cevaplandırıyordu. Aradan birkaç ay geçtikten sonra, bana giderken usulca: "Evlâdım sen artık pazarları gelme, kalabalıkta mevzu dağılıyor. Ben hep evdeyim, nasılsa komşu da sayılırız; hafta arası istediğin zaman kalkıp gelirsin." dedi. İşte benim bilmecelerim bu tekliften sonra çözülmeye başladı. Kendileri çok cepheli oluşundan dolayı Hezârfen lakabına lâyıktı. Hattatlığı dışında, kadîm cilt, ebru, tezhip, gülcülük, okçuluk, hatşinaslık... Her parmağında bir marifeti olan müstesna bir şahsiyet... Her sorduğuna cevap alıyorsun...
O. Özçay: Ama bir de şu var, Hoca Efendi sizdeki iştiyak, arzuyu, isteği görmüş ki o imkânı vermiş.
S. Berk: Hocam müsaadenizle bir şey hatırlatacağım. Necmeddin Hoca bir defasında size "Evlâdım viranelerde incir ağacı nasıl yetişir, ben senin yetişmeni öyle görüyorum." demiş.
U. Derman:Daha ileriki yıllarda, doğrudan bana değil de, henüz tanışmadığım bir ahbabıyla tanışırken ona hitaben: "Bu evlâdımın yetişmesini ben, viranelerdeki incir ağacına benzetiyorum; şu etrafa bakın, onları terk edip o buraya geliyor." cümlesiyle takdirini belirtirdi. Çünkü futbola gidebilirdim, başka bir havaiyata gidebilirdim. Hele, meşke başlamamdan sonra, tanıdığım Osmanlı bakiyesi zevatın bazısının "Yahu işin mi yok, artık bu mevzular kapandı gitti, senin istidadın varsa resme dön, musikiyle uğraş." sözlerine de gülüp geçiyordum.
S. Berk: Aslında burada bir neslin dramı var!
U. Derman: Tabii!
M. Özçay: Açık şekilde, şu görünüyor: Cenâb-ı Hakk῾ın burada tasarrufu ve şevki var, sizi istihdam ediyor.
U. Derman: Binlerce şükür olsun!
M. Özçay: Eski nesil ile bu nesil arasında sizler köprü olmuşsunuz.
U. Derman: Evet, bu sonradan aklıma geldiğinde, ben de hep halecan duymuşumdur.
M. Özçay: Cevabını bir ömürle ödüyorsunuz.
U. Derman: Bakın, 1949 yılında Fahri Celâl Bey, Cumhuriyet Gazetesi῾nde Kılıç Ali Paşa Camii yazılarının hattatı Demircikulu Yusuf Efendi hakkında bir yazı yazmış. Tasvir ederken, onun "badem gözlü" vavlarından bahsediyor; ben okumayı bilmiyorum ama bu tabir o zamanlardan aklımda kalmış. Bana deseniz ki, vav nasıl olur, bilemem!
A. Toy: Kimler yazardı hatla ilgili olarak, gazetelerde?
U. Derman: Fahri Celâl dışında bir de Elif Naci῾yi hatırlıyorum. Ara sıra, Hâmid Bey, Halim Efendi gibi üstâdlarla yapılan mülakatlar da mecmualarda neşredilirdi.
S. Çevik: Herhalde bu röportajlara okuyucuların ilgisi varmış ki yazılıyormuş. Henüz daha eski hurufu bilenler mevcut, değil mi?
U. Derman: Elbette... 1940῾lı, 1950῾li yıllarda, asrın başında doÄŸup da, Osmanlı Türkçesini zamanında öğrenmiÅŸ olan zevat henüz 45–50 yaÅŸlarındaydı.
S. Çevik: 1928῾de harf inkılâbı olduğuna göre...
U. Derman: O yıllarda, eski nesil, yazışmalarını hep bu terk ettiğimiz harflerle yapardı. Çünkü bilenlere, steno gibi kısaltılmış yazı şeklinde gelirdi. Muharrirler, üniversite hocaları, gazeteciler... Gazete mürettipleri de henüz eski nesilden olduğu için, bu konuda uyum içindeydiler, hiç zorluk çekilmezdi. Yatkınlığımı kaybetmemek için ben de günlük notlarımı hep bu harflerle tutardım. Hatta askerliğim sırasında annem, Necmeddin, Mahir ve Süheyl hocalarımla sıkça muhaberelerimiz de hep bu harflerle olmuştur. Artık yazacak kimse kalmadığı için şimdilerde kalemimin de eski sürati kesildi!
O. Özçay: Necmeddin Hoca o zamanlar piyasaya yazı yazıyor muydu?
U. Derman: İsteyen olursa yazardı. O kadar az olurdu ki talebi, Hoca Akademiye her ay yüz yetmiş sekiz liraya bir yazı verirdi. Necmeddin Hoca῾dan evvel, Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey hastalığından dolayı Akademi῾den 1945῾de ayrılınca, bu hizmetine rağmen, emekli maaşı alamadığını duyan; zamanın Maarif Vekili Hasan Âli Yücel, bu üç-dört kıymetli zata daimî gelir olsun diye ellerinden her ay bir yazı alınıp, iki yüz lira verilmesini emrediyor. "Akademi hiç olmazsa eser sahibi olur, onlar da eser bırakmış olur." diyor. Hakkı Bey῾den bir-iki ay alındıktan sonra o vefat ediyor. Necmeddin Efendi zaten 1948῾e kadar fiilen hoca, emekliliğinden sonra yazı alınmaya başlanıyor. 200 lira vergi kesintileriyle 178῾e iniyordu. Hacı Nuri Bey῾den de ancak birkaç tane alınabiliyor.
S. Berk: En çok kim yazmış?
U. Derman: Necmeddin Hoca, 1948῾den 1960῾a kadar devam ettirdi, aşağı yukarı 150 yazısı toplandı. Her ay bir yazı yazar götürür, bu yazıların bir kısmı o devirde Akademi talebesine mezuniyet işi olarak yaptırılır, çerçeveletilip kütüphaneye kaldırılırdı. 1972῾de hepsini topluca görmüştüm. Prof. Kerim Silivrili῾nin önce müdür muavinliği, sonra da rektör yardımcılığı zamanında onun çelik dolabında dururdu. Kerim Bey emekli olduğunda bunları devretmek istedi, devredeceği yer bulamadı, çünkü mesuliyet icap ettiren bir şey. Nihayet 1999῾da yazıların bulunduğu dolap ortadan kayboldu. Tezhiplenmiş olanlar da Resim-Heykel Müzesi῾ne devredildi. Mimar Sinan Üniversitesi de böyle "çağdışı" bir yükten kurtuldu! Yazılar yok oldu vesselam!
O. Özçay: Hiçbiri ortaya çıkmadığına göre demek ki, toplu olarak bir yerde!
U. Derman: Bilemiyorum. Hoca, bunlar Akademi῾de kalacak diye, çok özenirdi. "Bu ay ne yazayım evlâdım?" diye sorarsa, o sırada yeni bir beyit duyduysam onu naklederdim, yazardı. Ayet ve hadisler, Türkçe beyitler yazdı. Birkaç sülüs levhası da vardı. Ama daha çok ta῾lîk mâil kıt῾alar, beyitler, çok güzel şeyler yazdı.
S. Berk: Hakkı Bey῾i tanıdınız mı?
U. Derman: Hayır, 1946῾da vefat ettiÄŸinde ben 11 yaşında bir çocuktum…
S. Berk: Necmeddin Hoca ile ilgili bir tespitiniz var, "Sanat velîsi" diyorsunuz, Necmeddin Hocanın, yazının bugünlere gelmesinde rolü var, ne dersiniz bu konu ile ilgili olarak?
M. Özçay: Ben bu suale şöyle bir ilâvede bulunacağım, bu mirasın sizlere ve bizlere intikalinde başka zikredilecek isimler var mıdır?
U. Derman: Necmeddin Efendi dışında Mâcid ve Hâmid beylerle Halim Efendi. Çünkü Osmanlı bakiyesi olarak Cumhuriyet devrinde sona kalanlar bu dört üstâd...
S. Berk: Hacı Nuri Bey῾i tanıdınız mı?
U. Derman: Hayır tanımadım, 1951῾de vefat etmiş.
S. Berk: Aslında zamanına yetiştiniz ama tanışmak mı nasip olmadı?
U. Derman: Hakkı Bey῾e de yetiştim yaş itibariyle, ben o yıllarda Üsküdar῾dayım. Belki o da vapurdan indi geçti de, ben farkında değilim. Tanıma imkânım yok, benim bu zevatın içinde tanıdığım en eski üstâd Necmeddin Efendi. Lâkin son devir hattatları içerisinde ben en çok Hacı Nuri Bey῾e yetişemediğime esef ederim; çünkü kendisinde o kadar çok menâkıb, hikâye var ki, Kadıasker Mustafa İzzet Efendi kolundan geliyor. Hoca῾ya nazaran on beş yaş daha büyük olduğu için daha eski üstâdları tanımış, Muhsinzâde Abdullah Bey῾in talebesi olmuş, Sami Efendi῾nin daha gençlik yıllarına yetişmiş, bu sebeple görüşemediğime yanarım. Hoca merhum bazı sözleri "Hacı Nuri Bey῾den naklen" diye anlatırdı. Hepiniz hatırlayacaksınız, Kalem Güzeli῾nde dipnot olarak verdiğim "Hattatlar niçin uzun ömürlü olurlar?" kıssası Hacı Nuri Bey῾den çıkmadır.
S. Berk: Peki, tanıdığınız hattatlar?
U. Derman: Tanıdığım hattatlar Hoca merhum, Mâcid Bey, Halim Efendi, Hâmid Bey büyük isimler bunlar. Ayrıca, Şevket Pektaş ve Kâmil Ülgen (Küçük Kâmil) beylerle Abdülkadir (Saynaç) Efendi. Her üçü de Son Hattatlar῾da yeralmıştır. Onlarla birer kere görüşmüştüm.
O. Özçay: Hacı Nuri Bey῾in bir talebesi yok mu?
U. Derman: Nuruosmaniye müezzini Recep Berk ve Mahmud Öncü merhumları hatırlıyorum.
O. Özçay: Ne kadar meşk ettiniz?
U. Derman: 1955῾den 1960῾a kadar beş yıl, icazet alana kadar.
M. Özçay: Zaten daha kısa zamanda zor!
O. Özçay: Peki kaç sene yazı yazdınız ondan sonra?
U. Derman: Çok az, hemen askerlik geldi, arkasından eczacılık geldi, ben koptum. Kağıt üstünde kalmış yazılarım var, ama ben sonra beğenmedim kendimi...
M. Özçay: Şimdi ben sebebini soracaktım.
U. Derman: Üstâdların o erişilmez yazılarını görünce, kendimin hiçbir şey olamayacağımı anladım da ondan... Ama asıl mühim sebep sol gözümdeki ambliyopi (doğuştan tembellik) illetinden dolayı, kırk yaşımdan sonra görmemdeki uyumun ancak yüksek diyoptrili camlarla kısmen sağlanabilmesi...
O. Özçay: Kaç adet levha yazdınız?
U. Derman: Belki on kadar...
S. Berk: Taşa mahkûk olanı var mı?
U. Derman: Edirne῾de Meriç köprüsü üzerinde bir kitabem, Vakıflar Müzesi῾nde bir levham var, kalıp şeklinde yazılıp tashih edilmiş olanları daha çoktur...
S. Berk: Hocam neden eczacılık?
U. Derman: Efendim, eczacılıkta ben ailemde üçüncüyüm, dedem ve dayım eczacı. Dedemin Bandırma῾da eczahanesi var, benim mesleğim bir noktada oraya dayanıyor. Babamı, doğumumdan beş ay önce kaybetmişim. Kendisi, Maliye Vekâleti῾nin Ankara῾daki merkez teşkilatında memur. Eylül 1934῾de zatürree neticesi 38 yaşında vefat ediyor, annem de ailesinin yanına dönüyor. O zaman dedem, baba yerine geçti benim için, eczacılıkla münasebetim öyle başladı. Ortaokuldaydım, dedem "Artık ben burayı devredip İstanbul῾a döneceğim." dedi. İşte ben o zaman eczacı olmak istediğimi söylemek gafletinde bulundum. Onun üzerine dönmekten vazgeçti, ben de sözümden dönemedim, kendimi eczacılığa programladım. On beş yıl serbest eczacılık yaptım. Ama bu kerhen oldu diyebilirim; tab῾ıma uymadı, bir de kasada hastadan para almaya alışamadım. Ben, bir de aynı meşrepte Prof. Dr. Hüsrev Hâtemi῾yi tanırım; o da vaktiyle muayenehane açtı, sekiz ay dayanabildi, "Yapamayacağım." dedi, vazgeçti...
S. Berk: Vasfi Rıza Zobu῾nun bir sözü var sizin eczane ile ilgili olarak...
U. Derman: Ben eczahaneyi 1979῾da devrettim. Bizim eczahanenin üstünde "Gümüşsüyü Eczâhânesi" yazılıydı. Yeni meslektaşım hemen "eczane"ye çevirdi. Oradan geçen rahmetli Vasfi Rıza, "Bunu görünce, senin eczacılığı bıraktığını anladım" demişti.
S. Çevik: Gümüşsüyü Eczahanesi῾ne ben birkaç defa geldim, hatırlar mısınız?
U. Derman: Hatırlıyorum, 70῾li yıllarda... O zamanlar bu "eczahane" kelimesine itiraz edenler oldu... Hâlbuki doğrusu bu...
S. Çevik: Siz 1950῾den sonra hat sanatı ile tanışmış ve uÄŸraÅŸmaya baÅŸlamıştınız. Bizim devirlerimiz sayılan 1980-85῾e kadar 30–35 yıllık dönem var, bu dönem içerisinde halkın hat sanatına temayülü, sevgisi neydi, o dönemde hattatların öğrencisi var mıydı? 1985῾den, 1990῾dan sonraki yetiÅŸmeyi kemiyet ve keyfiyet açsından o devirle karşılaÅŸtırır mısınız?
U. Derman: Bugün tabii çok daha iyi, fakat bu durum bir enflasyonu da getiriyor. Şimdi şöyle söyleyelim, 1955 yılında Hoca῾ya gelenleri saydım az evvel, Halim Efendi῾ye gelenleri de 1956῾dan itibaren biliyorum. Oraya da aşağı yukarı beş-altı kişi gelirdi. Yine bunların hiçbiri akademi talebesi değildi, misafir talebe olarak kabul görürlerdi. Bekir Pekten῾den başka, arada Hafız Saim Özel gelirdi, aslında Sâim Efendi Hacı Kâmil Efendi῾ye bile yetişmiş, eski nesilden, Süleymaniye῾de imamdı... Baha Doğramacı gelirdi. Nihayet, Ali Alparslan dîvânî, celî dîvânî meşkine başladı.
O. Özçay: O dönemde ders veren iki kişi mi var?
U. Derman: Hâmid Bey ders vermezdi, Mâcid Bey de emekli olup Ankara῾dan buraya geldikten sonra Süheyl Hoca῾nın Topkapı Sarayı Nakışhânesi῾nde bir-iki kişiye biraz yazı göstermiş, fakat akabinde Bağdat῾a gitti, dönüşünden bir yıl sonra da vefat etti; onun Bağdat῾da hayli talebesi oldu. En çok talebe yetiştiren ve muallimlik cihetiyle emsali olmayan Halim Özyazıcı῾dır. Lâkin ondan öğrenenlerin hiç biri hattı meslek edinemedi. Mâcid Bey῾in de mükemmel hocalığı vardı, Bağdatlılar hâlâ dua eder, onun anlatış tarzına ve hat tariflerine... Hâmid Bey῾de hiç talebe yoktu, zaten tâlim hassasını da çalıştırmaya lüzum duymamıştı. Çünkü kendisi olağanüstü kabiliyetiyle taallüm etmeden bu sanatı kazanmıştı. O, ancak Halim῾in vefatından sonra, kapısını aşındıranların icbârıyla hocalığa başladı. Hat sanatını bugünkü nesillere aktaran Hasan Çelebi, Hüseyin Kutlu, Hüseyin Öksüz gibi o zamanın gençleri, işte o hengâmede Hâmid Bey῾den meşke başlamışlardı.
S. Çevik: O dönemde halkın ilgisi nasıldı?
U. Derman: Halkın içinde yazıya ilgisi olan kültürlü, Osmanlı münevverleri vardı o zamanlar, onlar yazı yazdırtırdı. Onun dışında halktan yazı yazdıran olmazdı. Eski harfleri bilen de, hat kültürü almadığından dolayı yazdırmazdı. Tabii olarak 1900῾lerde doğan birinde bunun aranmaması lâzımdı. Zaten yirmili yaşındayken harf inkılâbı olmuş, bir de aksi yönde propaganda var, onun için hocanın "incir ağacı benzetmesi" dikkate değer.
S. Çevik: O zaman şöyle diyebiliriz: 1950῾den 1985῾e kadarki döneme göre, son 10–15 yıl hem halk, hem de bu konuyla uÄŸraÅŸanlar cihetinden daha bir iyiye gidiÅŸ var...
U. Derman: Bariz bir alâka var, yeni nesil geldikten sonra. Yirmi sene evvel bana sorduklarında "Bu iş bitti." diyordum, ama şimdi öyle demiyorum şükürler olsun. Eski devirde meselâ Halim Efendi῾ye yazı yazdıran olurdu. Yani fazla bir şey çıkmazdı... O da öyle demiyorum şükürler olsun. O da İstanbul Üniversitesi῾nin bazı fakültelerinin diploma yazılarını her birine 2,5 lira alarak Latin harfleriyle cazip bir şekilde yazmakla, kabiliyetini başka yolda değerlendirirdi.
S. Çevik: Peki Necmeddin Hoca olsun, Halim Hoca olsun bunlar sipariş olmadığı zaman, kendileri böyle bir yazı yazıp bir kenara koymazlar mıydı acaba?
U. Derman: Halim Efendi zaten hiç boş durmayan bir adamdı, hiç olmasa "Karalama" gibi yazardı. Ne çok yazdığı, hayırsız oğlu yüzünden son yıllarda ortalara dökülen metrûkâtinden de anlaşılır. Necmeddin Hoca῾nınki de pek azdır. Sipariş üzerine yazmıştır daima, evinin duvarında bile kendi yazısı yoktu. Benim ilk başladığım yılın Ramazan ayında teberrüken her gün bir adet celî ta῾lîk Besmele yazdığını hatırlıyorum. Onları da sevdiklerine hediye etmişti.
O. Özçay: Ben sizden duymuştum, sağlığında galiba, müzayedede bir yazısı satılmış?
U. Derman: Evet. Hoca merhumun şimdi Türkpetrol Vakfı Sergi Salonu῾nda duran bir yazısı vardır. Kimi hadis olduğunu söyler, kimi kelâm-ı kibar der, "Yemeğin güzeli, üzerine çok el uzananıdır." mealinde bir levha. Eski meraklılardan Esad Fuad Tugay vardı, Müşîr Deli Fuad Paşa῾nın oğlu. Esad Fuad Bey, Bebek sırtlarında kendi yaptırdığı evinin yemek odasına, Necmeddin Hocaya bunu yazdırmış, bu levhanın altındaki yemek ziyafetinde bir defa ben de bulunmuştum. Kütüphanesinin kapısına "Fîha kütübün kayyime" âyetini celî sülüs müsennâ olarak Hakkı Bey῾e yazdırmış... Âyetü῾l Kürsiyi Kâmil Efendi῾ye yazdırmış, bildiğiniz levha... Daha başka yazılar da vardı, işte bu muhterem zat 1973῾de vefat etti. 1974῾de kendi evinde müzayedesi yapıldı ve yazılar da satıldı. Âyetü῾l Kürsi῾nin yedi bin liraya kadar çıktığını hatırlıyorum. Hoca῾nın yazısı da iki bin beş yüz liraya... Hakkı Bey῾inki hatırımda kalmadı. Ertesi gün, Necmeddin Efendi῾yi ziyarete gittiğimde: "Esad Fuad Bey῾deki zerendud yazınız dün iki bin beş yüz liraya satıldı." dedim, bir an durdu ve gözlerini kapayıp ellerini açarak: "Allah῾ım! Şükürler olsun sana, yazımın iki bin beş yüz lira ettiğini bana gösterdin." dedi. Hiç unutmam o tabloyu, sene 1974, çok eski değil...
M. Özçay: Hocaya çok iyi bir rakam geldi demek...
U. Derman: Tabii, yazıya kıymet verilmeyen o devirde yüksek rakamdı. Aşağı yukarı 250 dolar karşılığı bir bedel. Hoca῾nın o emsalsiz koleksiyonu da 1960῾da 180 bin liraya Topkapı Sarayı῾na geçti; Yesâri῾nin, Rakım῾ın icazetnameleri yirmi beşer liraya satıldı. Yazıdan geçtim, icazetname tektir, o kadar mühimdir. Hoca῾nın şuurla toplanmış bir koleksiyonu vardı.
Kaynak: Dr. Süleyman Berk. İSMEK El Sanatları Dergisi, Sayı 2, 2006.
Ä°nternet: http://ismek.ibb.gov.tr/ismek-el-sanatlari-kurslari/webedition/File/ekitap/el_sanatlari2/dergi2bl3.pdf