"Vasiyetnâmem
Beni sakın öldü sanmayın. Bütün hayatımın yaşanmış seneleri Süleymaniye Kütüphanesi῾nde Türk kültürü arşivimle binlerce not ve hatıra defterlerimin içinde.
Mündericat ve resimlerim emirlerinize amade.
Ben hayatımda Allah῾ın lütfu, büyüklerim, eş ve dostlarımın teveccüh ve dualarıyla cidden bahtiyar bir ömür sürdüm.
Darısı dostlar başına.
Benim için konuşmalar yapmağa lüzum yok ama Süleymaniye ve Ankara῾da arşivimden programlı uğraşıların lüzumuna dair konuşun.
Kabir ziyaretlerine lüzum yok. Benim yazdıklarımdan da bahsetmeyin. Seçtiğim konular üzerine laf olsun diye konuşmayın.
Onları ve şimdiye kadar akıl edemeyerek üzerinde duramadığım ilginç konularımı bensiz olarak benimseyin.
Boş vakit geçirmeyip benim gibi her şeyi değerlendirin. İnanın ki diğer insanları bıktıracak kadar çok yaşarsınız.
Boş geçen her vakit sizleri ölüme götürür. Acıyın kendinize.
Ahmet Süheyl Ãœnver…"
Bir İstanbul Hatırası
GüneÅŸ daha uyanmamıştı, ancak Süheyl Ãœnver çoktan yeni bir güne baÅŸlamıştı. Saatine baktı, gülümsedi. Ä°stanbul῾a ufak bir ziyaret yapmak için pek münasip bir vakit… Perdeyi aralayıp dışarıya baktı. Gecenin rehavetinden kurtulmaya çalışan, sisli bir Ä°stanbul silueti karşıladı onu. Hemen hazırlanmalı ve küçük gezintisine baÅŸlamalıydı. Keyifle giyindi, hayatı boyunca yanından ayırmadığı defterlerinden birini alıp ceketinin iç cebine sakladı. Suluboya takımını, küçüklü büyüklü fırçalarını toparladı ve çantasına yerleÅŸtirdi. Kapıdan dışarıya ilk adımını atar atmaz derince bir nefes aldı:
‴Allah῾ım, yine, yeniden, son bir kez daha bana İstanbul῾u nasip ettiğin için çok teşekkür ederim. Öyle hasret kaldım ki bu şehri solumaya... Bana bu fırsatı sunduğun için fazlasıyla minnettarım Sana.‴
Süheyl Bey karanlıkla aydınlığın boğuşması içinde yürüye yürüye ana caddeye çıktı. Kalabalığın ve binaların arasına geldiğinde artık ışık galipti yeryüzünde. Şekiller, insanlar, sesler meydana çıkıyordu. Tüm bunlarla beraber de İstanbul῾un bir günlük ziyaretçisinin yüzünde de hayret beliriyordu. Hatta buna dehşet de denebilirdi.
Neredeyim ben ÅŸu an? Ä°stanbul diye bıraktığım yer burası deÄŸil… Etrafı binalarla çevrilmiÅŸ bir hapishane sanki bu gezdiÄŸim ÅŸehir, oysa Ä°stanbul böyle deÄŸildi. Eskiden de üzücü yıkımlar olmuÅŸtu. Pek kıymetli Osmanlı eserleri, yolların yapılması adına kurban edilmiÅŸti. Ancak ÅŸimdi… Yıkmak yerine kapatmışlar o güzelim eserleri, her yanlarını örmüşler bu Getto misali binalarla. En kötüsü de insanların gözlerini onları seyretmekten mahrum bırakmışlar. Camilerin minareleri, kubbeleri ihtiÅŸamını yitirmiÅŸ bunca hengâmede. Yazık ya Rabbi, çok yazık…
ÅžaÅŸkınlığı biraz yatışınca ÅŸaşırıp kaldığı bu halleri fırçasıyla anlatmak istedi. Böylece tüm bunları kalıcı kılacak ve bir anlamda, gördükleri onu derinden yaralamış olsa bile, yok olup gitmelerine izin vermeyecekti. Ömrünün her anı, bu ideal doÄŸrultusunda geçmiÅŸti. Gördüğü her ÅŸeyde tarihi, sanatı, toplumu adına bir kıymet görür ve onu gelecek nesiller için bazen kalemiyle bazen fırçasıyla defterinin arasına gizlerdi. Yıllar sonra açılmak ve anlaşılmak üzere… Kim bilir, belki gerçeÄŸindeki hezeyanı göremeyenlerin gözleri, Süheyl Bey῾in çizgileri sayesinde açılırdı. Belki gelecekte biri veya birileri, onu, derdini ve yapmak istediklerini anlayacak ve dört elle bu mücadeleyi devam ettireceklerdi.
İstanbul῾u resmetmek için yine fırçası elinde, boya takımı ise yanı başındaydı. Ne olursa olsun, bu tarifsiz bir mutluluktu Süheyl Bey için. Hiçbir zaman vazgeçmediği titizliğiyle resmine başladı. Karşısındaki bina yığınını her ayrıntısıyla inceledi, çizgi çizgi aktardı kağıdına. Renklendirdi, gölgeler, küçük ışık oyunları ekledi. İçi rahat edene kadar resmin her noktasıyla ilgilendi. Eskiden olsa yalnızca çizmek istediği eseri çizer ve ‴Baba, yanındaki binalar neden yok?‴ diye soran kızı Mesara῾ya ‴Ben onları çizmek istemedim.‴ derdi. Ama şimdi çizilmesi gerekenler o yüksek binalardı. Zaten onlar da resme başka bir şeyin girmesine de izin vermiyorlardı.
Resmini tamamladıktan sonra oturduÄŸu yerden kalktı. Åžimdi daha yakınlarını incelemeye koyuldu ve yürüyüşüne devam etti. Merak ediyordu o yokken olup bitenleri. MaÄŸazaların üzerindeki büyük tabelalar takıldı gözüne, harflerini tanıdığı ama anlayamadığı tabelalar. Birazı Türkçe, birazı yabancı dillerden seçme… Haremlique, Sevgi Petshop, Takı Center, The Nail Art… ÅžaÅŸkın bir haldeydi, yanından geçip gidenleri bunlardan haberdar etmek istercesine çevresine bakındı. Not defterine bu isimleri yazmakta zorlanırken bir yandan da düşünüyordu: ‴Bu hangi dil olsa gerek?‴ Cevapsız bir soruydu. Başını önüne eÄŸdi sakince, böylece yürümek en iyisi olacaktı galiba. Hem bu sırada biraz daha düşünecek, pek ümitli olmasa da bu duruma bir hal çare arayacaktı kendince.
O güzellikler, o latif Ä°stanbul sokakları nerede ÅŸimdi? Bakmaya, izlemeye doyamadığımız o Ä°stanbul manzaralarına neler olmuÅŸ? Allah῾ım, bu yaÅŸananlar nasıl bir kopuÅŸ, hatta sürükleniÅŸ? Bu insanlar kendi tarihlerinden, kimliklerinden, ÅŸehirlerinden ne kadar da habersizler? Camilerinin önüne, çeÅŸmelerinin üzerine koskocaman binalar yapmışlar. Estetikten yoksun, ev dedikleri hapishaneler… Sanat eserlerini tanımak, korumak, saklamak için çabalamak yerine tabelalarını büyütüp ışıklandırmışlar, üzerine de anlaşılmaz yazılar döşemiÅŸler. Çok eskiden bir gün, o zamanlar yapılmaya baÅŸlayan bu çirkin binaları gördüğümde, sanki daha sonra olacakları sezmiÅŸ gibi, öğrencim Ahmet YakupoÄŸlu῾na şöyle demiÅŸtim: ‴Ahmet, Ä°stanbul sizlere ömür…‴
Kafasında dönüp duran düşüncelerle, sorularla beraber kalbinin sıkıntısı da artıyordu Süheyl Bey῾in. Sanatına, kültürüne böylesine aşık, tarihine hayran kalbi ve ÅŸu an yaÅŸananları idrak etmekte zorlanan zihni… BoÄŸuluyor gibiydi, çok yorulmuÅŸtu düşünmekten. Sessiz bir köşeye oturdu. Nefesini dinledi bir süre, daha iyiydi ÅŸimdi. Başını kaldırınca BoÄŸaz῾ın eÅŸsiz güzelliÄŸiyle karşı karşıya kaldı. Bunca telaÅŸ, koÅŸuÅŸturma arasında fark edememiÅŸti kadim dostunu. O, çevresinde olan bitenlere inat deÄŸiÅŸmemiÅŸti, olanca maviliÄŸiyle gülümsüyordu Süheyl Bey῾e. Belli ki o da mutluydu bir Ä°stanbul beyefendisiyle karşılaÅŸmış olmaktan.
BoÄŸaz῾ın manzarası az da olsa ferahlattı yüreÄŸini. En azından ÅŸimdi kendisiyle dertleÅŸecek bir Ä°stanbullu bulmuÅŸtu, çok eskilerden hem de… Bu ince ruhlu adam, onun da üzgün ve kırgın olduÄŸunu biliyordu. Kesilen aÄŸaçlar için gizli gözyaÅŸları döktüğünü, ancak feryatlarını kimsenin duymadığını sanki her an yanındaymış gibi iyi bilmekteydi. Az biraz konuÅŸmak, içini dökmek istedi:
Azizim, ne olmuÅŸ Ä°stanbul῾a? Neler yapmışlar ben yokken? Anlayamadım, ancak üzülebildim, dertlendim kendi kendime. AkÅŸam olacak birazdan, zamanım azalıyor. SonsuzluÄŸa geri döneceÄŸim, çekileceÄŸim bu ÅŸehrin içinden. Bir farkla… Åžimdi eskisinden daha da fazla hasretim Ä°stanbul῾a…‴
Sedef Soylu, 30.04.2013
Süheyl Ünver῾in hayat hikayesi için ayrıca bakınız: Kızının gözünden Ord. Prof.Dr. Süheyl Ünver